Sevdiğim Şiirler - 3

BİR SEVGİ OYLUMU MOR MENEKŞE


Sevgi olmasa,
Üşürdüm kuyularda ey dost!
Karanlığın rüzgârı dalgalandıkça,
Sevgidir çoğaltan soyumuzu;
Sevgiliyi andıkça.

Şiir olmasa,
Olur muydum sanki şimdi ben?
Geçmişin ve geleceğin dilidir şiir.
Ne zaman yakalasa beni içimden,
Nadide çiçeklerden bir iksir.

Umut olmasa,
Yürekte ne ışıyacaktı kandil kandil?
O umutlar ki her zaman bir kutlu asa,
Yeşertir en çorak gönül topraklarını
Çil çil!

Düş olmasa,
Tükenir miydi hiç penceresiz geceler?
Can kendini vururdu yokuşa,
Kilitli kapılar gibi
Birbirine kilitlenirdi bilmeceler.

Hulya olmasa,
Ruh nasıl hicret ederdi ta yıldızlara?
Şiir, düş, umut ve hulya
Bir sevgi oylumu mor menekşe;
Selam kaleme, kâğıda.

Sabır olmasa,
Nasıl yumuşatacaktık ayrılığın kemiklerini?
Hayatlarımızla bağlı olmasak toprağa,
Ezgilere karıştırıp kimyasını
Böylesine koklayabilir miydik çiçeklerini?

Hasat vaktidir şimdi,
Şiirin en güzel sabahı,
Sevginin ak topuklarını yüreğe vurduğu an,
Ne ışık, ne rüzgâr, ne de sular uyuyabilir artık;
Dipdiri bir medeniyettir kan…

KarSesi | Bahattin Karakoç


IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN


Dilimde sabah keyfiyle yeni bir umut türküsü
Kar yağmış dağlara, bozulmamış ütüsü
Rahvan atlar gibi ırgalanan gökyüzü
Gözlerimi kamaştırsa da geleceğim sana
Şimdilik bağlayıcı bir takvim sorma bana
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ay, şafağa yakın bir mum gibi erimeden
Dağlar çivilendikleri yerde çürümeden
Bebekler hayta hayta yürümeden
Geleceğim diyorum, geleceğim sana
Ne olur kesin bir takvim sorma bana
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Beklesen de olur, beklemesen de
Ben bir gök kuruşum sırmalı kesende
Gecesi uzun süren karlar-buzlar ülkesinde
Hangi ses yürekten çağırır beni sana
Geleceğim diyorum, takvim sorma bana
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Bu şiir böyle doğarken, dost elin elimdeydi
Sen bir zümrüd-ü ankaydın, elim tüylerine değdi
Sevda duvarını aştım, sendeki bu tılsım neydi?
Başka bir gezegende de olsan dönüşüm hep sana
Kesin bir gün belirtemem, n'olur takvim sorma bana
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Eski dikişler sökülür de kanama başlarsa yeniden
Yaralarıma en acı tütünleri basacağım ben
Yeter ki bir çağır beni çiçeklendiğin yerden
Gemileri yaksalar da geleceğim sana
On iki ayın birisinde, kesin takvim sorma bana
- Ihlamur çiçek açtığı zaman.

Bak işte, notalar karıştı, ezgiler muhalif
Hava kurşun gibi ağır, yağmursa arsız
Ey benim alfabemdeki kadim Elif
Ne güzellik, ne de tat var baharsız
Güzellikleri yaşamak için geleceğim sana
Geleceğim diyorum, biraz mühlet tanı bana
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman
Ben güneş gibi gireceğim her dar kapıdan
Kimseye uğramam ben sana uğramadan
Kavlime sadıkım, sadıkım sana
Takvim sorup hudut çizdirme bana
Ben sana çiçeklerle geleceğim
- Ihlamurlar çiçek açtığı zaman.

Uzaklara Türkü
| Bahattin KARAKOÇ

...Yorumlayın-Paylaşın...

Üç Yalnızlık: "Asude'nin Yalnızlığı"

"Bir ses bana 'Gel!' dese,
ben o sesi işitsem
Kimsecikler duymadan,
bir kapı açıp gitsem"

[Cahit Sıtkı Tarancı]


Kadın, elleri arkasında, duvara dayanmış, evinin penceresinden dışarıya bakıyordu. Güneş, bir renk cümbüşü içinde ağır ağır kaybolmuş; akşamın alaca karanlığı ortalığa çökmüştü. Kadın, gözleri ufukta, güneşin battığı yere bakarak dalgın dalgın düşünüyordu.
Ne düşünüyordu? Onu âdeta bulunduğu yerde donmuş gibi bırakan neydi?

Adı Asude'ydi. Asude, yaşına göre güzel ve alımlı bir kadındı. Uzun boylu, kısa saçlı, kumral, ela gözlü... İki yanağında iki gamze... Vücudu hâlâ bozulmamış, güzelliğini koruyordu... Spor yaparak ve diyet uygulayarak formunu korumuştu. Çok şık giyinir, pahalı parfümler kullanırdı. Aksesuara da meraklıydı doğrusu. Tutkusu, altın ve inciydi...

Saygın kişilikli, mesleğinde başarılı, sıcak bir yuvası ve ailesi olan bir insandı. İyi bir eş ve iyi bir anneydi. Eşi, dostu, arkadaşı çoktu. Sık sık aranır ve dost meclislerinde bulunurdu. Onunla olmaktan mutlu olurlardı insanlar. Kültür birikimi, kariyeri, güzel konuşması ile seçkin biriydi. Çok okurdu. Kendini iyi yetiştirmişti. Ellili yaşlarındaydı. Eş dostla beraberken çok rahat konuşur, fikirlerini açık yüreklilikle söyler ve tartışmalara katılırdı. Bazen karşısındakilerin ona hayran hayran bakışlarına bakıp düşünürdü...

"Acaba beni anlıyorlar mı? Ne kadar anlıyorlar?"
Tam olarak anladıklarını sanmıyordu. Ne demişler: 'Ne kadar bilirsen bil, söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır.'

Gülümsedi... Biraz burukluk vardı bu gülümseyişte...

Çevresindekilerin onu anlamadıklarını birçok ortamda, ömrü boyunca sık sık görmüştü. İçinde bir " yalnızlık duvarı " örülmüştü zamanla... Çok görmüştü ailesiyle ve arkadaşlarıyla ayrı tellerden çaldıklarını... Her zaman bir yalnızlık duygusu içindeydi. Kaderi buydu her halde... Su gibi akıp geçen zamanla, ömrünün de su gibi akıp gittiğini düşündü...
Bekliyordu hep. Neyi, kimi? Onu anlayacak, içindeki yalnızlığı paylaşacak birini...

Çalışma odasına geçti. Burası, ona ait bir dünyaydı... Çok amaçlı kullanılan bir masa. Bilgisayarı. Döner koltuk. Zengin bir kitaplık. Duvarlarda ünlü düşünür ve filozoflardan güzel sözler, resimler...
Köşede bir sallanan koltuk... Yanında da bir abajur. Kitaplığa itina ile yerleştirilmiş bir müzik seti. Yerde Selçuklu motifli bir halı...

Bu köşe zaman zaman onun kaçış yeriydi. Müzik setine bir CD koyar (çoğunlukla bu klasik Batı müziği olurdu) ışıkları söndürüp abajuru yakar... Loş ışıkta sallanan koltuğuna oturur ve müzik eşliğinde kendini dinlerdi.
Bazen gözlerini yumar, kulaklarında müziğin tatlı nağmeleri, hafif hafif sallanırdı.

Asude, çalışma masasının başına geçti, oturdu. Bir dosya kâğıdı çıkardı. Mektup yazacaktı.
"Eşime, oğullarıma ve dostlarıma, diye mi yazsam?" diye düşündü.

Hayır!

'Aranan ve özlenen dosta,' diye yazacaktı. Sonra gizli çekmecesine koyacaktı mektubu diğerlerinin yanına. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı...

"Sevdiğim, canım benim,
Bugün yine özleminle doluyum. Gel artık bitsin bu özlem... Benimle ol. Ya da ben senin olayım. Ruhuma ateş dolsun. Yaksın kavursun beni... Çok sev ve sevginle şımart beni.
Güzel sözler söyle bana sevgiden, aşktan yana. Hiç bıkmadan söyle. Kimse beni, benim istediğim gibi sevmedi, sevemedi çünkü...

Biliyor musun çok yalnızım ben, çok. Beni anlayacak candan bir dost arıyorum...
Gel dostum ol, anla beni. Sayfa sayfa aç, tanı beni... Gizlerimi bul... Onları açığa çıkar. İkimiz bir 'ben' olalım. Beni, bana anlat...
Yaşamı tümüyle bu kadar severken bendeki bu yılgınlık niye? Her şeyden bıkmam, vazgeçmem niye?

Duygusallığımı gör orada ve beni anla... Duygular tutkuları öne çıkarıyor zaman zaman... Duygular, kimi zaman görmez ediyor gözlerimizi. Gerçeklere perde çekiyoruz. Hemen yanı başımızda gerçekler ve duygular... Neden bende, ön planda duygular?

Ruhum ve beynim aç... Gel doyur beni... Ruhuma gir, beynime gir. Anlat bana... Sevgiyi ve aşkı anlat... Güzellikleri anlat. Doğruları anlat.

Yaşamı sözlerle, düşüncelerle paylaş benimle... Yaşamın akışını paylaş benimle... Günlük olayları, memleket meselelerini, dünyadaki diğer ilginç olayları konuş benimle. Tartışalım. Düşünce birliğine ulaşalım. İnsanlık için, çevre için, gelecek için aynı kaygıları taşıyalım.

İnsanlık onurunu konuşalım seninle... Ezilenleri ve ezenleri. Doğru söylediği, topluma mal olduğu için söndürülen yaşamları... Anasız babasız bırakılan çocukları ve onların yıkılan yaşamlarını. Bunları konuşurken hoşgörülü olmalıyız. Birbirimizin düşüncelerine saygılı. Ses tonumuzu yükseltmeden konuşmalıyız.

Geçmişe bakmamak gerektiğini, çünkü yaşanacakların yaşanmışlardan daha önemli olduğunu söyle bana...
Söyle, ama; geçmişte insanların daha saygılı, değer yargılarına daha bağlı, daha az bencil olduğunu ve o zaman toplumdaki insanların daha mutlu olduklarını vurgulayalım seninle birlikte...

Edebiyattan konuşalım, şiirden konuşalım seninle. Şiir dili evrenseldir biliyorsun Nâzım Hikmet'i de, Necip Fazıl'ı da birlikte anlayarak, beğeniyle değerlendirelim. Şiirler oku bana ve ben de beğendiğim şiirleri okuyayım sana...

Sinemadan, tiyatrodan konuşalım. Son filmleri eleştirelim birlikte... Yeni çıkan kitapları... Şimdi moda olan Geliştiren Kitaplar’ı, romanları... Doğum günlerimizde birbirimize kitap armağan edelim.

Geleceğe umutla bakmayı öğret bana. Tatillerde birlikte gezmeye çıkmalıyız seninle... Yurdumu tanımalıyım. Kültürümüzü yakından görmeliyim gittiğimiz yerlerde. İki turist gibi, resimler çekmeliyiz. El ele 'tarih' içinde dolaşmalıyız tarihi harabelerde... Oturup, oralarda geçmişleri, yaşananları birlikte hayal etmeliyiz, sessizliği dinlerken...
Gezilerden yorgun argın döndüğümüzde, bir kır kahvesinde karşılıklı oturmalıyız. Sıcak çayımızı yudumlarken gözlerimiz birbirinin içinde, temiz havayı içimize çekmeliyiz. Aynı anda 'var olmanın dayanılmaz hafifliği'ni duymalıyız.

Ben resim yapmayı da severim. Seninle deniz kıyısında, bir parkta; ne bileyim, bir ormanda veya bir dağda, peyzaj çalışmalıyız mesela... Renk armonileri oluşturmalıyız. Ya da güneşin güzelliğini, örneğin, batarken aldığı o mükemmel renkleri, tuvalimize yansıtmalıyız.

Akşamın alacakaranlığı çöktüğü zaman, salonda sallanan koltuğuma oturmalıyım. Müzik setinde hafif müzik veya Vivaldi'nin 'The Four Seasons'ı / 'Dört Mevsim' çalmalı, ya da Pavarotti'nin aryalarını dinlemeliyiz gözlerimiz kapalı...

Bunları dinlediğimiz kadar öz müziğimizi de dinlemeliyiz, sevmeliyiz. O, bizim insanlarımızı anlatan harika türkülerimizi. Ya da biraz daha "saraylı" olan fasılları, peşrevleri, klasik Türk Sanat Müziği eserlerini...

Aynı futbol takımını tutmasak da hoşgörüyle bakmalıyız tuttuğumuz takımlara... Onları eleştirmeli, kendi takımımızın başarısıyla çocuklar gibi sevinmeli, biraz da nispet yapmalıyız birbirimize. Söylediklerimize, iddialarımıza kahkahayla gülmeliyiz sonra... Biliyor musun, gülmek insanı güzelleştirir...

Mesleklerimizle ilgili sorunları ve de başarılarımızı da paylaşmalıyız seninle. Öneriler getirmeliyiz birbirimize... Getirilen önerileri sabırla dinlemeli ve faydalanabileceklerimizi seçmeliyiz içinden...
Yoksa, hep benim söylediklerim ve bildiklerim doğru dememeliyiz.

Ah, canım! Çok şey mi istiyor, çok şey mi bekliyorum. Sen de benim gibi düşünüyorsan, ya da aynı şeyleri istiyorsan, seslen, 'Gel,' de. Sesini duymalıyım.
Başka kimse duymasın o sesi... Sesin, 'gel, yalnızlığımızı paylaşalım,' desin. Ben, ben o sesi duyunca bir kapı açıp gitmeliyim sana. Gerçek dosta... 'Elveda,' derken, 'Merhaba,' diyerek...

Arkadaşım, dostum, bu dünyada seni seven biri var unutma...
Sevgimle kal...

Asude."

Asude, yazdığı mektubu katladı, zarfa koydu. Masasının küçük çekmecesine yerleştirip, çekmeceyi kilitledi.
Kalktı. Abajurun ışığını açtı. Müzik setine bir CD koydu: 'O Sole Mio' / 'Benim Güneşim'.

Elektriği kapattı ve sallanan koltuğuna oturdu.

Gözlerini yumdu...

Kulaklarında, Mario Lanza'nın o billur sesi...
Yavaştan, sallanmaya başladı koltuğunda Asude.


[İnci Arslan | Üç Yalnızlık | 30 Ekim 1999 Avcılar-İstanbul] ...Yorumlayın-Paylaşın...

Üç Yalnızlık: "Nermin'in Yalnızlığı"

"Bilmezler, yalnız yaşamayanlar
Nasıl korku verir sessizlik insana
İnsan nasıl konuşur kendisiyle"

[Orhan Veli Kanık]

Nermin, pencereden dışarı baktı. Gökyüzünde güneş oldukça alçalmıştı. Hava kararmaya başlamıştı.
"Yine akşam oldu," diye düşündü. "Yine akşam oldu..."

Otuz beş yaşında, oldukça güzel bir kadındı. Sarışın, mavi gözlü, orta boylu. Eskilerin 'balık etinde' dediği tiplerden... Ama, kilosundan memnun değildi. Bugünlerde hiçbir şeyden memnun değildi zaten...
Her gün evdeki basküle çıkıp iniyordu.
"Ay! Bugün, yarım kilo fazla gösteriyor. Kilo almışım..."
Başka bir gün: "Oh!... Yedi yüz gram zayıflamışım."

On katlı bir apartmanın otuzuncu dairesinde oturuyordu. Yalnız başına... Hani o kimsenin kimseyi tanımadığı apartmanlardan biri... Asansörde bazen selâmlaşırdı komşularla... Fazla arkadaşı da yoktu iş yerinde. Çok yoğun bir çalışma temposu olduğu için kimseyle samimiyet kuramamıştı. Yapısında da yoktu sanırım. İlk adımı daima karşı taraftan beklerdi her zaman...

Hiç evlenmemişti. Kısmeti çıkmadı mı? Çok... Ama, bazılarını o beğenmemişti. Bazılarını da ailesi istememişti. 'Üzümün çöpü, armudun sapı var,' örneği... Anlayacağınız evde kalmış bir kızdı o...

"Cıkk, cıkk, cıkk!" dedi içinden... Geçmiş zamana ve geçip giden gençliğine hayıflanıyordu. "En iyi arkadaşım yalnızlık oldu yıllardır," diye düşündü. Ahh! Yalnızlık... Artık taşınması zor bir elbise gibiydi omuzlarında. Allah’ım! Bıktım artık, yalnız yaşamaktan...

Kalbinde bir sızı hissetti. Gözleri dolu dolu oldu. İçini çekti. Usulca başını eğdi, tırnaklarına baktı.
"Ojemin rengini değiştirsem mi? Tırnaklarımı da törpülemem gerek..."

Sinirli bir şekilde, ellerini  saçlarının arasından geçirdi. Bakımlı bir kadındı. Ayda bir kuaföre gider saçını boyatır, manikürünü, pedikürünü yaptırırdı. Kullandığı güzellik malzemelerine de yüklü bir para ödüyordu gerektikçe.
Acı acı gülümsedi. "Ne için, kim için?" diye düşündü.

"Elimi tutan bir el olsaydı, gözüme bakan bir göz olsaydı. Beni benden başka düşünen biri olsaydı... Ne olurdu Tanrı'm..."

Gözleri bulutlandı birden: "Tren çoktan kaçtı ve ben arkasından bakakaldım..."

Mesai saati bitmişti. Masasındaki eşyalarını topladı. Bürodan dışarı çıktı. Büyük şehrin kalabalığında buldu kendini. Taşıtlar ve insanlar. Çift yönlü bir akış. O da, insan selinin arasına karıştı. Markete uğraması gerekiyordu. İş yerinin hemen yakınındaydı alışveriş merkezi. Yürüdü gitti. İşte çeşit çeşit dükkânlar... Alışveriş merkezinin içinde iki yanda sıra sıra dizilmişler… Giyim mağazaları, şarküteriler, mutfak eşyası satan mağazalar, bijuteri, çeyiz ve güzellik malzemesi satan mağazalar, market, kitapçı, cafeler...

Vitrinleri seyrederek ve vitrinlerde kendini seyrederek yürüdü, gitti.

Gelinlikçi dükkânının önünde durakladı. Yeni gelen modeli hayran hayran seyretmeye başladı. Rüya gibi bir gelinlikti bu... Üstü gipür dantel. Oldukça açık, kolsuz. Belden, çok güzel bir bollukla yere kadar iniyordu. Etekte yer yer çiçekler vardı. Alıcı gözüyle baktı. Kendini bu gelinlikle hayal etti. Başında duvağı, elinde gelin çiçeği, damat beyin kollarında mutlulukla dans ediyor. Gözleri gözlerinde. Bir vals çalıyor onlar dönüyor, dönüyorlar. Hafifçe içini çekti. Ne kadar da isterdi gelin olmayı...

"Hangi kızın hayali değildir gelin olmak... İstemekle olmuyor," diye düşündü.
Maalesef, bir aday da yoktu görünürlerde...

Hiç acele etmeden markete doğru yürüdü... İçeri girdi.
Çantasından ihtiyaç listesini çıkardı. Ağır ağır alışverişini tamamladı. Dışarı çıktı.

Hava iyiden iyiye kararmış ve elektrikler yanmıştı. Otobüs durağına doğru ilerledi. Bacağında hafif bir temas hissetti. Korkuyla sıçradı. Neredeyse düşüyordu.
Baktı, minik bir kedi yavrusu... Yüzüne bakarak, "miyav!" diyor. Gözlerini, bir kapayıp bir açıyor...

Kediye doğru eğildi:
- Canım... Aç mısın sen? Yoksa benim gibi yalnız mısın?
- ...
- Gel bakayım...

Poşetteki ekmekten bir miktar böldü. Küçük küçük doğrayıp, yavru kedinin önüne koydu. Minik yavru ekmeği kokladı. Nermin'in yüzüne baktı, miyavladı. Beğenmemiş gibiydi.
Nermin bu defa bir parça peynir verdi. Yavru kedinin iştahla çabuk çabuk yeyişini seyretti.

Yürüdü durağa doğru... Otobüsü beklemek için durdu.
Gözleri otobüsün geleceği yönde dalıp gitmişti yine...
Yumuşacık bir dokunuş hissetti bu defa bacağında...

Yavru kedi peşinden gelmiş, kuyruğunu bir sağdan bir soldan bacağına sürtüyor, sanki teşekkür ediyordu ona. Hafifçe gülümsedi.

Bir şarkı sözü geldi aklına: ”Bir kedim bile yok, anlıyor musun? Hadi gülümse.

- Kedicik, seni alıp götüremem, burada kalmalısın canım...

Otobüs geldi. Yavru kediye son defa bakıp bindi. Oturacak yer vardı neyse. Camdan, şimdi tıklım tıklım ama bir müddet sonra boşalacak olan caddelere dalgın gözlerle bakarak yolculuğunu tamamladı.

Ağır adımlarla apartmana girdi. Asansörle yukarı çıktı. Anahtarını çıkarıp evinin kapısını açtı. Aldıklarını mutfak masasına bıraktı. Doğru banyoya gitti. Elini yüzünü yıkayarak dışarının kirini, pisliğini üzerinden atmak istiyordu.

Banyoda, aynaya iliştirilmiş bir not vardı.
Orhan Veli’nin dizeleriydi bunlar. Kendi durumuna birebir uyan bu dizeleri, kendi yazıp koymuştu oraya.

Gözleri kâğıda ilişti...

Artık ezbere bildiği dizeleri, aynada kendi gözlerine bakarak yüksek sesle okudu:

- Bilmezler, yalnız yaşamayanlar
Nasıl korku verir sessizlik insana
İnsan nasıl konuşur kendisiyle
Nasıl koşar aynalara
Bir cana hasret, bilmezler.

Elini yüzünü yıkadı, kuruladı. Mahsun mahsun salona geçti. Müzik setini de açtı...
Bütün ev seslerle doldu. Mutfağa geçti.

"Nasıl geçti habersiz... O güzelim yıllarım..."

Kolonlardan şarkının tatlı nağmeleri dökülürken; Nermin, tek arkadaşı yalnızlığı içinde, yemek hazırlamaya başladı...


[İnci Arslan | Üç Yalnızlık | 18 Ekim 1999 | Avcılar-İstanbul] ...Yorumlayın-Paylaşın...

Üç Yalnızlık: "Deniz'in Yalnızlığı"

Akşamın solgun ışıkları şehrin -ki buna şehirden ziyade metropol demek gerekir- üstüne perde perde inerken, genç adam dalgın gözlerle pencereden uzaklara doğru baktı.
Bu serin sonbahar akşamında doğanın davetkâr bir havası vardı.
İşten yeni gelmişti.

İçinden bir ses: "Haydi, oğlum Deniz. Yemeğini ve olta takımını al, şöyle uzan deniz kıyısına... Güneşin batışını, o altın ışıkların sudaki aksini seyrederken balık da tutarsın. İyot kokan o mis gibi havayı ciğerlerine çekersin," diyordu.

Açık pencereye doğru derin bir nefes aldı. Küçük bir bekâr eviydi onunki... Bu evde, yalnız yaşıyordu. Temizliği ve düzeni severdi. Her şey yerli yerindeydi. Hemen mutfağa geçti. Hazırlığını yapmaya başladı. Süratli hareketlerle buzdolabını açtı . Birkaç parça yiyecek ve içecek aldı. Ekmeklikten ekmek aldı.
Hepsini bir poşete koydu. "İşte", dedi "nevalem hazır, olta takımımı ve montumu da aldım mı, tamam!"

Kapıyı çekti ve kilitledi. Merdivenlerden iniyordu ki, ev sahibi Melek hanıma rastladı. Melek hanım ağrıyan dizlerine eliyle destek vererek yukarı çıkıyordu:

- Merhaba oğlum!
- Merhaba efendim.

Melek hanım olta takımına yan yan bakarak devam etti:
- Nereye böyle?
- Biraz dışarı çıkıyorum da...
- Bu saatte mi evlâdım? Akşam akşam...

Melek hanım kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı..
Genç adam cevap vermedi. Kaşları çatılmıştı gayriihtiyari...

Günün en sevdiği saatleriydi akşam saatleri. Bu saatlerde insanlar evlerine dönerler, âdeta her yer bomboş kalırdı. Bu saatler yalnızlar için, yalnızlığı yaşayanlar içindi...

Aklına ev sahibi geldi. Biraz keyfi kaçmıştı. "İnsanlar," diye düşündü. "Neden başkasının yaşantısına karışırlar. Ben kimseyle ilgileniyor muyum?"

Arabasına atladı. Yer yer ışıkları yanmaya başlayan şehirden hızla uzaklaştı. Arabanın açık penceresinden giren rüzgâr saçlarını geriye doğru savuruyordu. Bütün dikkatini yola verdi. Rüzgâr, ağaçların dal ve yaprakları arasında koşuşturuyor, onları sağa sola eğiyordu.

Dal ve yaprakların hışırtıları kulağına tatlı bir melodi gibi geliyordu. "Doğanın başarılı bir bestesi," diye düşündü. "Canlı ve cansız varlıklar arasında ne güzel bir uyum var," dedi kendi kendine...

Doğayı seviyordu. Doğada ihtişam, güç, teslimiyet, sessizlik ve özgürlük vardı.

Martıların, denizin arsız kuşlarının dans eder gibi konup kalktığı, her zamanki deniz kıyısına gelince arabasını park etti, indi. Yiyecek paketini ve olta takımını aldı. O bembeyaz deniz kuşlarının çoğunlukta olduğu tarafa döndü ve yüksek sesle:

- Balık orada bol mu? diye sordu gülerek...

Deniz kıyısındaki taşlara oturdu. Ayaklarını sarkıttı. Olta takımını açtı. Çaparinin iğnelerine tüyleri sabırla taktı... Oltasını denize attı: "Rastgele! Haydi rastgele!" dedi keyifle, kendi kendine...

Derin bir nefes alarak havanın temiz kokusunu içine çekti. Ufuklara doğru baktı. Güneş batmak üzere idi. Kırmızının her tonu, sarı ve turuncu, rengârenk bir gurup...
Hangi büyük ressamın fırçasından çıkmış bu tablo? Güneşin denize düşen ışıkları, nasıl da güzel parlıyor. Uzaklarda bir kotra, bu renk cümbüşünün ortasında ağır ağır uzaklaşıyor. Deniz, sulara doğru:

- Ne kadar mutluyum! Özgürlük bu işte, diye haykırdı.

Balıklar birer birer oltaya geliyordu. Balık tutmaktan da ayrı bir zevk alırdı. Bir müddet sonra getirdiği yiyecekleri açtı ve yemeye başladı. Birden yanı başında bir ses duydu. Sevimli bir çocuk:

- Amca oltanla balık tutabilir miyim? diye soruyordu.

Deniz, olumsuz anlamda başını salladı. Çocuk durdu durdu tekrar sordu:
- Amca, senin çocuğun var mı?

Deniz şaşırdı. Böyle bir soru beklemiyordu. Yine başını iki tarafa doğru salladı.
Hayır, çocuğu yoktu. Evlenmeyi arzu etmişti ama hep ertelemişti.
Hedeflerim var onları gerçekleştirmeliyim demişti hep..
Hedefler gerçek olana kadar, ne çok yıl geçmişti. Artık düşünmüyordu doğrusu...
Ara sıra annesi ve babası, durumunu sorgularmışçasına yüzüne bakıp: "Yalnızlık Allah'a mahsus," diyorlardı.
İşte, o zaman aklına geliyordu yuva kurmak... İstekli değildi pek artık.

Babası çocuğunu çağırıyordu. Çocuk seke seke, babasının yanına döndü. Elini tuttu ve gülerek babasına bir şeyler anlatmaya başladı.
Adam da gülerek dinliyordu. Ne güzel bir görüntüydü. Babasının elinden tutmuş, gülerek konuşan küçük bir çocuk...

Dönüş yolunda hep çocuğu ve sorusunu düşündü. "Amca, senin çocuğun var mı?"

Evinin kapısını açıp içeri girdiğinde, o hâlâ düşünüyordu.
Eşikte bir an durup etrafına baktı. Evinin dingin sessizliği, o cansız nesnelerin yerli yerinde duruşları, nedense bu gece onu rahatsız etmişti.

Kapıyı arkasından kaparken, "yalnızca onun olan, o çok sevdiği dünyası"na girdi.

Bu gece, hüzünlüydü.


[İnci Arslan | Üç Yalnızlık | 18 Eylül1999 | Avcılar-İstanbul] ...Yorumlayın-Paylaşın...

Öykülerim Vardı Benim

Sevgili günlük: Bugün sana yazmak istediklerim, "Okumak ve Yazmak" üzerine olacak...
Okumayı çok seviyorum. Çok okuyorum. Yazmayı da seviyorum...
Çok yazıyor muyum ? Henüz değil...

Geçmiş yıllarda, bir ara öykü yazıyordum. Öykülerim arka arkaya geliyordu. Zamanla daha kaliteli yazmak için ara verdim. Öğretmen olarak çalışıyordum o yıllar... Fazla zamanım yoktu. Ne kadar yeterli görmesem de o öyküler evlatlarım gibiydi. Yani çok seviyordum onları ve eş dost da sevsin istiyordum. Şimdi o öyküleri sana yazmak istiyoruım. Okuyanların da beğenmesi dileğiyle...

Öykülerimi yazmaya başladığım zaman düşündüm ve hangi konularda yazacağımı planladım. Bu konulardan biri "yalnızlık"tı. Yalnızlık üzerine üç öykü yazdım. Çünkü, bence üç türlü yalnızlık vardır:

1. Yalnız yaşamayı sevenlerin, yalnız yaşamayı seçenlerin ve "ben özgürüm, böyle olmayı seviyorum," diyenlerin yalnızlığı...


2.Yalnızlığı sevmediği halde, "üzümün çöpü var, armudun sapı var," deyip kimseyi beğenmediği için yalnız kalanların yalnızlığı...


3. Kalabalıkların içinde, yani geniş çevrelerinde kendilerini anlayan ve aynı frekansı paylaşan birini bulamadığı için yalnız yaşamaya mahkûm olanların yalnızlığı...


En çok da bu, üçüncü tür yalnızlığı seçenlerin durumuna üzülürüm...
Kalabalıkların içinde yalnız, yapayalnız olmak ne kadar da acıdır...
Yalnızlığın en acı vereni de herhalde, "yalnız yaşamaya mahkûm olanların yalnızlığı"dır.

Bu üç yalnızlığa dair yazdığım öykülerimden "Deniz'in Yalnızlığı" başlıklı olanla başlayayım diyorum öykülerimi yayımlamaya.

Hoşçakal sevgili günlük... ...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim "Cahit Külebi" Şiirleri

HİKÂYE


Senin dudakların pembe
Ellerin beyaz,
Al tut ellerimi bebek
Tut biraz!

Benim doğduğum köylerde
Ceviz ağaçları yoktu,
Ben bu yüzden serinliğe hasretim
Okşa biraz!

Benim doğduğum köylerde
Buğday tarlaları yoktu,
Dağıt saçlarını bebek
Savur biraz!

Benim doğduğum köyleri
Akşamları eşkıyalar basardı.
Ben bu yüzden yalnızlığı hiç sevmem
Konuş biraz!

Benim doğduğum köylerde
Kuzey rüzgârları eserdi,
Ve bu yüzden dudaklarım çatlaktır
Öp biraz!

Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!
Benim doğduğum köyler de güzeldi,
Sen de anlat doğduğun yerleri,
Anlat biraz!


ZERDALİ AĞACI


Havalar güzel gidiyor
Sen de çiçek açtın erkenden
Küçük zerdali ağacım,
Aklın ermeden.

Bak kurt gibi kalın yapılı
Görmüş geçirmiş ağaçlara
Küçük zerdali ağacım,
Pişman olursun sonra.

Şimdi okşar da hafif hafif
Bir gün yerden yere çalar rüzgâr
Küçük zerdali ağacım,
Bakma güzel gitsin havalar.

Sallansın dalların çocuklar gibi
Bakma güneş ısıtsın varsın
Küçük zerdali ağacım,
Sonra donarsın.

Zemheride bahar mı olur
Akşamları seyret anlarsın
Sakın erkenden çiçek açma
Küçük zerdali ağacım.


RÜZGÂR


Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim.
Nerelerde gezmiş tozmuş
Öğrenemedim.

Besbelli denizden çıkıp
Kıyılar boyunca gitmiştir.
Tuz kokusu, katran kokusu, ter kokusu
Yüreğini allak bullak etmiştir.

Sonra başlamış tırmanmaya dağlara doğru
Bulutları koyun gibi gütmüştür,
Okşayıp otları yaylalarda
Büyütmüştür.

Köylere de uğradıysa eğer
Islak, karanlık odalarda beşik sallamıştır
Güneş altında çalışanlara
İmdat eylemiştir.

Sonra başlayıp alçalmaya ovalara doğru,
Haşhaş tarlalarında eflatun, pembe, beyaz,
Kıraçlarda mavi dikenler...
Toz toprak gözlerine gitmiştir.

Kentlere de uğramış ki yanımdan geçti,
Haşhaş çiçeğine benzer kızlar görmüştür.
Bir gülüş, bir tel saç, allık pudra
Alıp gitmiştir.

Şimdi bir rüzgâr geçti buradan
Koştum ama yetişemedim.
Soraydım söylerdi herhalde
Soramadım.


ÖZLEM


Şimdi tarlalarda güneş vardır,
Karlar donmuştur otların uçlarında,
Artık akşamları dinlenemem
Başım avuçlarında.

İçi korku dolu kış gecesi
Hiç yatağın yok mu sıcak!
Dağları dolduran kır çiçeği
Hangi rüzgârlar seni koklayacak!

Saçlarımı kesip rüzgâra atacağım!
Ta ki haber götürsün bir gün sana!
İçimde bir şeytan var, diyor ki:
Aklına ne gelirse yapsana.

Ben bu şiiri yazdım atlı talimde
Bulunduğum şehir Istanbul'du,
Ağır ağır kar yağıyordu,
Atımın yelesi bulut renginde.


ÇİÇEKLE KONUŞMA


Artık ne pencerem var seni koyacak
Ne masam
Sevgilim de yok bu şehirde
Çiçek seni alıp ne yapsam?


Cahit Külebi
...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim "Attilâ İlhan " Şiirleri

ELDE VAR HÜZÜN


söyleşir
evvelce biz bu tenhalarda
ziyade gülüşürdük
pır pır yaldızlanırdı kanatları kahkaha kuşlarının
ne meseller söylenirdi mercan koz nargileler
zamanlar değişti
ayrılık girdi araya
hicrana düştük bugün

ah nerde gençliğimiz
sahilde savruluşları başıboş dalgaların
yeri göğü çınlatan tumturaklı gazeller
elde var hüzün

o şehrayin fakat çıkar mı akıldan
çarkıfeleklerin renk renk geceye dağılması
sırılsıklam âşık incesaz
kadehlerin mehtaba kaldırılması
âdeta düğün

hayat zamanda iz bırakmaz
bir boşluğa düşersin bir boşluktan
birikip yeniden sıçramak için
elde var hüzün


YALNIZLIK ŞİİRİ


Karanlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır
Yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım
Bu gece dağ başları kadar yalnızım

Çiçekler damlıyor gecenin parmaklarından
Dudaklarımda eski bir mektep türküsü
Karanlıkta sana doğru uzanmış ellerim
Gözlerim gözlerini arıyor durmadan
Nerdesin?


SULTAN-I YEGÂH


Şamdanları dolanınca eski zaman sevdalarının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın
Nemli yumuşaklığı tende denizden gelen ahın
Gizemli kanatları ruhta ölüm karanlığının
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

Yansıyan yaslı gülüşmelerdir karasevdalı suda
Bülbüller kırılır umutsuzluktan yalnızlık korusunda
Eylem dağılmış gönül tenha çalgılar kış uykusunda
Ölümün tartışılmazlığı nihayet anlaşılsa da
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın

Bir başkasının yaşantısıdır dönüp arkamıza baksak
Çünkü yaşadıklarımız başkasının yargısına tutsak
Su yasak rüzgâr yasak açık kapılar yasak
Belki bu karanlıkta yasakları yasaklasak
Başlar ay doğarken saltanatı sultan-ı yegâhın


BEN SANA MECBURUM


Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum

Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur?
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun

Sevmek kimi zaman rezilce korkudur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Birkaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun

Belki haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telâş içindesin
Kötü rüzgâr saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin


PİA


ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem
böyle uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam
ne olur sabaha karşı rıhtımda
çocuklar pia'yı görseler

bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldızlar basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim

ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
singapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük
üşümüş ürpermiş soluk

ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm


SİSLER BULVARI


elinin arkasında güneş duruyordu
aylardan kasımdı üşüyorduk
ağacın biri bulvarda ölüyordu
şehrin camları kaygısız gülüyordu
her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarı'na akşam çökmüştü
omuzlarımıza çoktan çökmüştü
kesik birer kol gibi yalnızdık
dağlarda ateşler yanmıyordu
deniz fenerleri sönmüştü
birbirimizin gözlerini arıyorduk

sisler bulvarı'nda seni kaybettim
sokak lambaları öksürüyordu
yukarda bulutlar yürüyordu

terkedilmiş bir çocuk gibiydim
dokunsanız ağlayacaktım
yenikapı'da bir tren vardı

sisler bulvarı'nda öleceğim
sol kasığımdan vuracaklar
bulvar durağında düşeceğim
gözlüklerim kırılacaklar
sen rüyasını göreceksin
çığlık çığlığa uyanacaksın
sabah kapını çalacaklar
elinden tutup getirecekler
beni görünce taş kesileceksin
ağlamayacaksın! ağlamayacaksın!

sisler bulvarı'ndan geçtim sırılsıklamdı
ıslak kaldırımlar parlıyordu
durup dururken gözlerim dalıyordu
bir bardak şarapta kayboluyordum
gece bekçilerine saati soruyordum
evime gitmekten korkuyordum
sisler boğazıma sarılmışlardı

bir gemi beni afrika'ya götürecek
ismi bilmiyorum ne olacak
kazablanka'da bir gün kalacağım
sisler bulvarı'nı hatırlayacağım
kırmızı melek şarkısından bir satır
lodos'tan bir satır yağmur'dan iki
senin kirpiklerinden bir satır hatırlayacağım
seni hatırlatanın çenesini kıracağım
limanda vapurlar uğuldayacak

sisler bulvarı bir gece haykırmıştı
ağaçları yatıyordu yoksuldu
bütün yaprakları sararmıştı
bütün bir sonbahar ağlamıştı
ağlayan sanki istanbul'du
öl desen belki ölecektim
içimde biber gibi bir kahır
bütün şiirlerimi yakacaktım
yalnızlık bana dokunuyordu

eğer sisler bulvarı olmasa
eğer bu şehirde bu bulvar olmasa
sabah ezanında yağmur yağmasa
şüphesiz bir delilik yapardım
hiç kimse beni anlayamazdı
on beş sene hüküm giyerdim

dördüncü yılında kaçardım
belki kaçarken vururlardı


sisler bulvarı'ndan geçmediğin gün
sisler bulvarı öksüz ben öksüzüm

yağmurun altında yalnızım
ağzım elim yüzüm ıslanıyor
tren düdükleri iç içe giriyorlar
aklımı fikrimi çeliyorlar
aksaray'da ışıklar yanıyor
sisler bulvarı ayaklanıyor

artık kalbimi susturamıyorum

Attilâ İlhan
...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim "Necip Fazıl Kısakürek" Şiirleri

CANIM İSTANBUL


Ruhumu eritip de kalıpta dondurmuşlar;
Onu İstanbul diye toprağa kondurmuşlar.

İçimde tüten bir şey; hava, renk, eda, iklim;
O benim, zaman, mekân aşıp geçmiş sevgilim.

Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur;
Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur.

Denizle toprak, yalnız onda ermiş visale,
Ve kavuşmuş rüzgâr onda, onda misale.

İstanbul benim canım;
Vatanım da vatanım...

İstanbul,
İstanbul...

Tarihin gözleri var, surlarda delik delik;
Servi, endamlı servi, ahirete perdelik...

Bulutta şaha kalkmış Fatih'ten kalma kır at;
Pırlantadan kubbeler, belki bir milyar kırat...

Şahadet parmağıdır göğe doğru minare;
Her nakışta o mana: Öleceğiz ne çare?

Hayattan canlı ölüm, günahtan baskın rahmet;
Beyoğlu tepinirken ağlar Karacaahmet...

O manayı bul da bul!
İlle Istanbul'da bul!

İstanbul,
İstanbul...

Boğaz gümüş bir mangal, kaynatır serinliği;
Çamlıca'da, yerdedir göklerin derinliği.

Oynak sular yalının alt katına misafir;
Yeni dünyadan mahsun, resimde eski sefir.

Her akşam camlarında yangın çıkan Üsküdar,
Perili ahşap konak, koca bir şehir kadar...

Bir ses, bilemem tanbur gibi mi, ud gibi mi?
Cumbalı odalarda inletir "Kâtibim" i...

Kadını keskin bıçak,
Taze kan gibi sıcak.

İstanbul,
İstanbul...

Yedi tepe üstünde zaman bir gergef işler!
Yedi renk, yedi sesten sayısız belirişler...

Eyüp öksüz, Kadıköy süslü, Moda kurumlu,
Ada'da rüzgâr, uçan eteklerden sorumlu.

Her şafak Hisarlarda oklar çıkar yayından
Hala çığlıklar gelir Topkapı Sarayı'ndan.

Ana gibi yâr olmaz, İstanbul gibi diyar;
Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar...

Gecesi sünbül kokan
Türkçesi bülbül kokan,

İstanbul,
İstanbul...


KALDIRIMLAR


Sokaktayım, kimsesiz bir sokak ortasında;
Yürüyorum, arkama bakmadan yürüyorum.
Yolumun karanlığa saplanan noktasında,
Sanki beni bekleyen bir hayal görüyorum.

Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık;
Evlerin bacasını kolluyor yıldırımlar.
İn cin uykuda, yalnız iki yoldaş uyanık.
Biri benim, biri de serseri kaldırımlar.

İçimde damla damla bir korku birikiyor;
Sanıyorum, her sokak başını kesmiş devler...
Üstüme camlarını, hep simsiyah, dikiyor;
Gözüne mil çekilmiş bir âmâ gibi evler.

Kaldırımlar, çilekeş yalnızların annesi;
Kaldırımlar, içimde yaşamış bir insandır.
Kaldırımlar, duyulur, ses kesilince sesi;
Kaldırımlar, içimde kıvrılan bir lisandır.

Bana düşmez can vermek, yumuşak bir kucakta;
Ben bu kaldırımların emzirdiği çocuğum!
Aman, sabah olmasın, bu karanlık sokakta;
Bu karanlık sokakta bitmesin yolculuğum!

Ben gideyim, yol gitsin, ben gideyim, yol gitsin;
İki yanımdan aksın, bir sel gibi fenerler.
Tak, tak, ayak sesimi aç köpekler işitsin;
Yolumun zafer takı, gölgeden taş kemerler.

Ne sabahı göreyim, ne sabah görüneyim;
Gündüzler size kalsın, verin karanlıkları!
Islak bir yorgan gibi, sımsıkı bürüneyim;
Örtün, üstüme örtün, serin karanlıkları.

Uzanıverse gövdem, taşlara boydan boya;
Alsa buz gibi taşlar alnımdan bu ateşi.
Dalıp, sokaklar kadar esrarlı bir kuyuya,
Ölse, kaldırımların kara sevdalı eşi..


SAKARYA TÜRKÜSÜ


İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya:
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.

Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.

Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir:
Oluklar çift, birinden nur akar, birinden kir.

Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat:
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!

Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne?
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine:

Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?

Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur.
Sırtına Sakarya'nın, Türk tarihi vurulur.

Eyvah, eyvah, Sakarya'm, sana mı düştü bu yük?
Bu dava hor, bu dava öksüz, bu dava büyük!

Ne ağır imtihandır, başındaki Sakarya!
Bin bir başlı kartalı nasıl taşır kanarya?

İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal;
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,

Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan:
Ve ayrılık, anneden, vatandan, arkadaştan!

Şimdi dövün Sakarya, dövünmek vakti bu ân;
Kehkeşanlara kaçmış eski güneşleri an!

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu?
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?
Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

Bütün bunlar sendedir, bu girift bilmeceler;
Sakarya, kandillere katran döktü geceler.

Vicdan azabına eş kayna kayna Sakarya.
Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!

İnsan üç beş damla kan, ırmak üç beş damla su:
Bir hayata çattık ki, hayata kurmuş pusu.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek:
Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kafdağını assalar, belki çeker de bir kıl!
Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

Sakarya, saf çocuğu, masum Anadolu'nun,
Divanesi ikimiz kaldık Allah yolunun!

Sen ve ben, gözyaşıyla ıslanmış hamurdanız;
Rengimize baksınlar, kandan ve çamurdanız!

Akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader;
Aldırma, böyle gelmiş, bu dünya böyle gider!

Bana kefendir yatak, sana tabuttur havuz:
Sen kıvrıl, ben gideyim, Son Peygamber kılavuz!

Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya:
Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!


GECEYE ŞİİR 1


Kalbim bir çiçektir, gündüzleri ölgün;
Gelin, gelin, onu açın geceler!
Beni yâdedermiş gibi, bütün gün
Ötün kulağımda, çın, çın, geceler!

Geceler çekmeyin benimçin hüzün,
Gelin siz, ruhumu tenimden süzün;
Bırakın nâşımı yerde gündüzün,
Gölgemi alın da kaçın geceler!


ZİNDANDAN MEHMED'E MEKTUP

Zindanda iki hece. Mehmed'im lafta!
Baba katiliyle baban bir safta!
Bir de geri adam, boynunda yafta...

Halimi düşünüp yanma Mehmed'im!
Kavuşmak mı? Belki... Daha ölmedim!

Avlu... Bir uzun yol... Tuğla döşeli,
Kırmızı tuğlalar altı köşeli.
Bu yol da tutuktur hapse düşeli...

Git ve gel... Yüz adım... Bin yıllık konak
Ne ayak dayanır buna, ne tırnak!

Bir âlem ki, gökler boru içinde.
Akıl almazların zoru içinde
Üst üste sorular soru içinde.

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan insan mı çıkar, tabut mu?

Bir idamlık Ali vardı, asıldı
Kaydını düştüler, mühür basıldı.
Geçti gitti, birkaç günlük fasıldı

Ondan kalan, boynu bükük ve sefil;
Bahçeye diktiği üç beş karanfil...

Müdür bey dert dinler, bugün "maruzat"!
Çatık kaş... Hükümet dedikleri zat...
Beni Allah tutmuş kim eder azat?

Anlamaz! Yazısız, pulsuz, dilekçem...
Anlamaz! Ruhuma geçti bilekçem!

Saat beş dedi mi, bir yırtıcı zil
Sayım var, maltada hizaya dizil!
Tek yekûn içinde yazıl ve çizil!

Insanlar zindanda birer kemmiyet;
Urbalarla kemik, mintanlarla et.

Somurtuş gibi bıçak, nara gibi tokat;
Zift dolu gözlerde karanlık kat kat...
Yalnız seccademin yönünde şefkat

Beni kimsecikler okşamaz madem
Öp beni alnımdan, sen öp seccadem!

Çaycı getir ilaç kokulu çaydan!
Dakika düşelim, senelik paydan!
Zindanda dakika, farksız aydan

Karıştır çayını, zaman erisin
Kopuk kopuk, duman duman erisin!

Peykeler, duvara mıhlı peykeler
Duvarda, başlardan yağlı lekeler
Gömülmüş duvara, bas bas gölgeler...

Duvar, katil duvar yolumu biçtin
Kanla dolu sünger... Beynimi içtin

Sükût... Kıvrım kıvrım uzaklık uzar
Tek nokta seçemez dünyada nazar
Yerinde mi acep, ölü ve mezar?

Yeryüzü boşaldı habersiz miyiz?
Güneşe göç var da, kalan biz miyiz?

Ses demir, su demir ve ekmek demir...
İstersen demirde muhali kemir.
Ne gelir ki elden, kader bu, emir...

Garip pencerecik, küçük daracık;
Dünyaya kapalı, Allah'a açık

Dua, dua eller karıncalanmış;
Yıldızlar avuçta, gök parçalanmış
Gözyaşı bir tarla, hep yoncalanmış

Bir soluk, bir tütsü, bir uçan buğu
İplik ki incecik, örer boşluğu

Ana rahmi zahir, şu bizim koğuş
Karanlığında nur, yeniden doğuş....
Sesler duymaktayım. Davran ve boğuş!

Sen bir devsin, yükü ağırdır devin!
Kalk ayağa, dimdik doğrul ve sevin!

Mehmed'im, sevinin, başlar yüksekte!
Ölsek de sevinin, eve dönsek de!
Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!


Yarın elbet bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir

Necip Fazıl Kısakürek
...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim " Sabahattin Ali " Şiirleri

ALDIRMA GÖNÜL ALDIRMA


Başın öne eğilmesin
Aldırma gönül aldırma
Ağladığın duyulmasın
Aldırma gönül, aldırma


Dışarda deli dalgalar
Gelip duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar
Aldırma gönül, aldırma


Görmesen bile denizi
Yukarıya çevir gözü
Deniz dibidir gökyüzü
Aldırma gönül, aldırma

Dertlerin kalkınca şaha
Bir sitem yolla Allah'a
Görecek günler var daha
Aldırma gönül, aldırma

Kurşun ata ata biter
Yollar gide gide biter
Ceza yata yata biter
Aldırma gönül, aldırma


ÇAKIR

Altın saçlarını sıkıca tarar,
Sonra iki örgü yana bırakır;
Ayağında pembe dallı mor şalvar,
Taze gelin gibi süzülür Çakır...

Beyaz ellerine kına yaraşır,
Mavi gözleriyle bir içim sudur.
Efeler onu el üstünde taşır;
Köyün bir tanecik orospusudur.


Çakır'sız olamaz hiç bir eğlence
Herkesin gönlünü kaplar çünkü sis...
Bazan mal olsa da iki üç gence,
Yine Çakır'ını ister her meclis...

Geniş meydanlarda yakılır çıra,
Çakır nazlı nazlı dokunur 'def'e...
Süt gibi rakıyı sunar Çakır'a
Gür bıyıklı, ateş gözlü bir efe...

Gitgide açılır sırma cepkenler;
Kıllı göğüslerinden süzülür rakı.
Bazan birisinin bağrına girer,
Elma soymak için alınan çakı...

Çakır yılan gibi döner, kıvrılır
-Sırma saçlarında fildişi tarak-
Tabanca çekilir, bıçak sıyrılır,
O döner elini şıkırdatarak...

Yalnız bazı kere taze gelinler,
'Bize kocamızı ver!' diye inler...
O zaman Çakır'ın gözü doludur...

O zaman gözünün önüne gelen
Cepheden şehitlik alıp yükselen
İncecik bıyıklı bir yavukludur...


LEYLİM LEY

Döndüm daldan düşen kuru yaprağa
Seher yeli dağıt beni kır beni
Götür tozlarımı burdan uzağa
Yârin çıplak ayağına sür beni

Aldım sazı çıktım gurbet görmeye
Dönüp yare geldim yüzüm sürmeye
Ne lüzum var şuna buna sormaya
Senden ayrı ne hal oldum gör beni


Ayın şavkı vurur sazım üstüne
Söz söyleyen yoktur sözüm üztüne
Gel ey hilal kaşlım dizim üstüne
Ay bir yandan sen bir yandan sar beni



HAPİSHANE ŞARKISI -1-

göklerde kartal gibiydim
kanatlarımdan vuruldum
mor çiçekli dal gibiydim
bahar vaktinde kırıldım

yâr olmadı bana devir
her günüm bir başka zehir
hapishanelerde demir
parmaklıklara sarıldım

coşkundum pınarlar gibi
sarhoştum rüzgârlar gibi
ihtiyar çınarlar gibi
bir gün içinde devrildim

ekmeğim bahtımdan katı
bahtım düşmanımdan kötü
böyle kepaze hayatı
sürüklemekten yoruldum

MELANKOLİ


Beni en güzel günümde
Sebepsiz bir keder alır.
Bütün ömrümün beynimde
Acı bir tortusu kalır.

Anlayamam kederimi
Bir ateş yakar derimi
İçim dar bulur yerimi
Gönlüm dağlarda bunalır.

Ne kış, ne yazı isterim
Ne bir dost yüzü isterim
Hafif bir sızı isterim
Ağrılar, sancılar gelir.

Yanıma düşer kollarım
Görünmez olur yollarım
En sevgili emellerim
Önüme ölü serilir.

Ne bir dost, ne bir sevgili
Dünyadan uzak bir deli...
Beni sarar melankoli:
Kafamın içersi ölür.


DAĞLAR

Başım dağ, saçlarım kardır,
Deli rüzgârlarım vardır,
Ovalar bana çok dardır,
Benim meskenim dağlardır.

Şehirler bana bir tuzak;
İnsan sohbetleri yasak;
Uzak olun benden, uzak,
Benim meskenim dağlardır.


Kalbime benzer taşları,
Heybetli öter kuşları,
Goğe yakındır başları;
Benim meskenim dağlardır.

Yarimi ellere verin;
Sevdamı yellere verin;
Yelleri bana gönderin;
Benim meskenim dağlardır.

Bir gün kadrim bilinirse,
İsmim ağza alınırsa,
Yerim soran bulunursa:
Benim meskenim dağlardır.


SON MEKTUP


Ey yâr, bu mektubu aldığın demde
Kara topraklara verdim kendimi
Her şey bana engel oldu alemde
Bir coşkun nehirdim, yıktım bendimi

Benim gönlüm doğuşundan deliydi
Başka dünyaların şaşkın seliydi
Bunun böyle olacağı belliydi
Her şey biter sel yerine döndü mü

Dünya durmaz, bahar olur, kış olur
Belki senin gözün yaş olur
Ben garibim, benim gönlüm hoş olur
Sevdiklerim ayda yılda andı mı

Yıldız olur sana ışık tutarım
Bülbül olur pencerende öterim
Yer altında belki rahat yatarım
Yer üstünde çektiklerim dindi mi


Şimdi yaşamayı tatlı bulursun
Koşarsın, gülersin, tez yorulursun
Bir gün olur yine bana gelirsin
Deli gönlün yaşamaya kandı mı


Sabahattin Ali
...Yorumlayın-Paylaşın...

Deneme: Duygusal Şiirler

Sevgili günlük, bugün yazımı duygusal şiirlere ayırmak istiyorum..
Şiirlerde duygu deyince doğal olarak aklımıza aşk ve sevgi gelir. Şairler, bu temayı işleyerek en güzel şiirlerini yazmışlardır.

Yaşam boyu aşk, insanlar için bir gereksinim, bir duygular yumağı, güzellikler bütünü, acılardan bir demet; kısacası yaşamın tadı, tuzu, biberidir. Aşk dokunmak, yanmak, yok olmak ve acı çekmektir. Bence vücudumuzun tüm hücrelerini canlı tutan, ruhumuzun genç kalmasını sağlayan duygu seli... İşte size aşkın güzelliklerini sunan şiirler ve dizeler...

"Aşk bu dünyanın ölçüleriyle açıklanamaz sevgili
O ilkel bir acıdır, yaban bir ağrıdır
Gelir ve içimizdeki o çok eski bir şeye dokunur.
Sonra bir perde açılır ve yolculuk başlar."
(Cezmi Ersöz)

Aşk acısı çekmeyeniniz var mı? Var derseniz, o "yürekler sızlatan acı"nın tadından mahrum kalmışsınız demektir. İnsan aşık oldumu bir kez, dünya bu aşk üzerine kurulur. Gecen gündüzün ve tüm düşüncelerin ona aittir. İşte uykusuz geceleri anlatan dizeler:

"Yine aklımda sen
Halden anlamasa da satırlar
Seni yazıyorum yine
Doğmaya üşenen güneşin hasretiyle"
(I. Selvi)

Şair soruyor sevdiğine:

"Ben seni sevdim mi? Sevdim kime ne?
Tuttum ta içime oturttum seni
Aldım okşadım saçlarını öptüm
İçtim yudum yudum güzelliğini
...
Ben seni sevdim mi? Sevdim öyle ya
Bir çizgiye vardım seninle beraber
Ve bir gün orada yitirdim seni
Ben seni sevdim mi? Sevdim, ya sen beni?
(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Almak istediği yanıt ne kadar belli değil mi? Sadece bir kelime... Mutluluk ve mutsuzluk, sevinç ve acı buna bağlı...

"Bir kuş uçar yüreğime
Sevdalardan apansız
Kanadında gözlerinin ılıklığı olsun
Ve yüreğinde, yüreğinin sesi.
(..)

"Ne zaman seni düşünsem
Bir ceylan su içmeye iner
Çayırları büyürken görürüm.
Her akşam seninle
Yeşil bir zeytin tanesi
Bir parça mavi deniz alır beni.

Seni düşündükçe
Gül dikiyorum elimin değdiği yere
Atlara su veriyorum
Daha bir seviyorum dağları."
(İlhan Berk)

"Özlemimin biri bitti, bir başkası başladı
Sana olanın değişmedi ne rengi, ne tadı
Bir ışık zinciriydi bizi böyle bağlayan"
(Nebiye Akbıyık)

"Sular yandı özleminden
Alabalık güldü, ağladı
Ayak izini sildi dalgalar
Ben... Silemedim...

Birşeyler kalmıyor geceye günden
Yarınlara...
Dünden bir köprü kurmak istiyorum.
Seni bilsinler, bilsinler istiyorum
Ve nasıl sevdiğimi...

Ayak izlerini sildi sular
Alabalık biliyor
Ben... Silemedim...
(Suna Tanaltay)

"Yanımda olabilseydin bu gece
Yıldızları toplardık seninle
Işığı kirpiklerine düşerdi sevdanın
(..)

"Beklemek seni,
Uçsuz, bucaksız, umutsuz
Bir yitik zaman diliminde beklemek.
Gün görmemiş tomurcuk üstüne yeminim
Gül kızıllığında kanar yüreğim
Ölümüm geçer aklımdan
Hayalin durur gözlerime
Ve ben yine donakalırım.

Sevdan üstüne
Sevdan üstüne yeminim var
Bana hayat sunan sevdan."
(M. Fatih Öztemir)

İşte özlem ve hasret kokan dizeler...
Her şairin dilinden, ayrı güzellikte akmış. Sevgiliye hasret kalmak, onu özlemekaşkın yakıcı yüzü...
Hüznün ta kendisi... Çeken bilir ayrılığın hasretini diyelim ve yine şiirlerimize geçelim:

"Unutamadığım
Açardın yalnızlığımda
Mavi ve yeşil
Açardın

Tavşan kanı, kınalı-berrak
Yenerdim acıları, kahpelikleri...
...
İçmek,
Gözlerinde içmek ay ışığını.
Varmak,
Gözlerinde varmak can tılsımına
Gözlerin hani?
(Ahmet Arif)

Aşkın gücünü, güzelliğini, ve sevilene verilen değeri, şairler şiirlerinde ne güzel vurgulamışlar.
Herbirinde ayrı güzellik, ayrı duygusallık...

"beni sevmek
en çok
sana yakışır

sırtlan sessizliğinde sokulur
sevgilere
korkular
yüreğini dört aç sevdam

gönlümün tan vaktidir
gözlerimdeki yangın
üç sesli bir kuş konar
kipiklerine
gizli sevdaları diler

yeraltı sularına benzeyen aşkın

soluğun
soluğumda baharlar
soluğun
toroslar'dan esen poyraz gibidir
dağlı çiçekleri taşır
içime

seni sevmek
en çok
bana yakışır

yüreğini dört aç sevdam
(Bilal Kayabay)

"Beklemek seni,
Uçsuz bucaksız umutsuz
Bir yitik zaman diliminde beklemek.
Gün görmemiş tomurcuk üstüne yeminim
Gül kızıllığında kanar yüreğim
Ölümüm geçer aklımdan
Hayalin durur gözlerime
Ve ben yine dona kalırım.
Sevdan üstüne...
Sevdan üstüne yeminim var
Sevdan üstüne umutlarım
Bana hayat sunan sevdan..."
(M. Fatih Öztemir)

"Ne zaman tutsam ellerini
Gözlerimin önünde mevsimler geçer
Ne zaman gözlerin gözlerime değse
Samanyolundan bir yıldız düşer"
(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Ya bitmiş bir aşkın yıllar sonra anımsanması. İnsanı aynı günlere, aynı güzelliklere geri götürmez mi?
İşte bakın:

"Farz et ki, geri gelmiş o gamsız devir
Delicesine sevdiğin, senin olmuş
Bir bahar sabahı sahilde seninledir
Yanan alnını alnına dayamışsın
O incecik elleri ellerindedir
...
Farz et ki, buldun kış içinde baharı
Rüzgâr yine ılık ılık esmektedir
Aynı şehirde, aynı deniz kenarı
Köpükler, dalgalar ve sonsuz mavilik
Tekrar yaşıyorsun hatıraları
...
Farz et ki, doğup büyüdüğün yerdesin
Caddeler aşina insanlar tanıdık
Aksi kulağında sevdiğin sesin
O dudakların tadı dudaklarında
Velhasıl yine o eski günlerdesin

Farz etme yeter yaşadığın bugündür
Ne sevdiğin yanında ne o yerdesin
Çekil garip odana ışığı söndür
Söyle: 'Nerdesin, ey sevgili nerdesin?'
Söyle, o türkü senin eski türkündür."
(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Şimdi şu dizelere bakalım. Kişinin pişmanlıkla, sevdiğinden özür dilemesini daha güzel nasıl anlatılabilirdi:

"Yüzüm yukarılardan eğilmiş
Gözlerin gözlerime bakıyor
Kalbim ayaklarına değmiş
Ey kalbimin sevdiği
Af diliyorum"
(Fırat Akın)

Ayrılık ayrılık ne yaman şeydir ayrılık.. Aşkın acısı bu sözcüklerde gizli. Derler ki: Allah kimseyi sevdiklerinden ayırmasın..

"Elveda demiyeceğim sana
Ve biliyorsun bakmayacağım bile
Yalnızca gülümseyeceğim
Yüreğini giderken bile bende bıraktığını
Biliyoruz ikimizde
...
" Hani o bırakıp giderken seni
Yüzüne bu türlü bakmayacaktın
Alnına koyarken veda buseni
Hani ey gözyaşım akmayacaktın
(...)

Eğer sevdiğine kavuşmak istiyorsa bir insan, özlemlerin en büyüğü ile seslenir ona...
Biraz da onu yönlendirerek...

"Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim

Belki de hayata yeni başlarım
İçimde küllenen kor alevlenir
Bakarsın hiç gitmem kölen olurum
Belki de seversin beni kimbilir

Kal dersen, dağlarca severim seni
Bir deniz olurum ayaklarında
Aşk bu özleyiş bu, hiç belli olmaz
Kalbim duruverir dudaklarında.

Ya da unuturum kim olduğumu
Hatırlamam belki adımı bile
Belki de çıldırır, deli olurum
Sana kavuşmanın heyacanıyla

Aşk bu, bilinir mi nereye varır
Ne durdurur özlem ile seveni
Bakarsın ansızın gelebilirim
Bu kadar yürekten çağırma beni.
(Ümit Yaşar Oğuzcan)

Sıra, şairlerin "bir aşkın bitişini" anlatan şiirlerine geldi. Kesin ve cesur söylemli dizeler:

"Bu aşk burada biter ve ben çekip giderim
Yüreğimde bir çocuk ve cebimde bir rovelver
Bu aşk burada biter iyi günler sevgilim
Ve ben çekip giderim bir nehir akıp gider
(Ataol Behramoğlu)

İ ş t e . . . s ö z ü n . . . b i t t i ğ i . . . y e r . . . ...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim Şiirler - 2

SERENAD

Yeşil pencerenden bir gül at bana
Işıklarla dolsun kalbimin içi.
Geldim işte mevsim gibi kapına,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Açılan bir gülsün sen yaprak yaprak
Ben aşkımla bahar getirdim sana.
Tozlu yollardan geçtiğim uzak
İklimden şarkılar getirdim sana.


Şeffaf damlalarla titreyen ağır
Goncanın altında bükülmüş her sap;
Seninçin dallardan süzülen ıtır,
Seninçin yasemin, karanfil, zambak...

Bir kuş sesi gelir dudaklarından
Gözlerin gönlümde açan nergisler,
Düşen bin öpüştür yanaklarından
Mor akasyalarla ürperen seher.

Pencerenden bir gül attığın zaman
Işıklarla dolacak kalbimin içi...
Geçiyorum mevsim gibi kapından,
Gözlerimde bulut, saçlarımda çiğ.

Ahmet Muhip Dranas


FAHRİYE ABLA

Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar
Bu afyon ruhu gibi baygın mahalleden
Hayalimde tek çizgi bir sen kalmışsın sen!
Hülyasındaki geniş aydınlığa gülen
Gözlerin, dişlerin ve akpak gerdanınla
Ne güzel komşumuzdun sen Fahriye abla

Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi
Güneşin batmasına yakın saatlerde
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede
Bahçede akasyalar açardı baharla
Ne şirin komşumuzdun Fahriye abla

Önce upuzun sonra kesik saçın vardı
Tenin buğdaysı, boyun bir başak kadardı
İçini gıcıklardı bütün erkeklerin
Altın bileziklerle dolu bileklerin
Açılırdı rüzgârda kısa eteklerin
Açık saçık şarkılar söylerdin en fazla
Ne çapkın komşumuzdun sen Fahriye abla

Gönül verdin derlerdi o delikanlıya
En sonunda varmışsın bir Erzincanlıya
Bilmem şimdi hâlâ bu ilk kocanda mısın
Hâlâ dağları karlı Erzincan'da mısın
Bırak geçmiş günleri gönlüm hatırlasın
Hatırada kalan şeyler değişmez zamanla
Ne vefalı komşumuzdun sen Fahriye abla

Ahmet Muhip Dranas


GİZLİ SEVDA

Hani bir sevgilin vardı
Yedi sekiz sene önce,
Dün yolda rastladım
Sevindi beni görünce.

Sokakta ayaküstü
Konuştuk ordan burdan,
Evlenmiş, çocukları olmuş
Bir kız, bir oğlan.

Seni sordu
Hiç değişmedi, dedim,
Bildiğin gibi...
Anlıyordu.

Mesutmuş, kocasını seviyormuş,
Kendilerininmiş evleri...
Bir suçlu gibi ezik,
Sana selam söyledi.

Behçet Necatigil


SEVGİLERDE

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek
Yılların telaşlarla bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Behçet Necatigil


KARADUT

Karadutum, çatal karam, Çingene'm
Nar tanem, nur tanem, bir tanem
Ağaç isem dalımsın salkım saçak
Petek isem balımsın ağulum
Günahımsın, vebalimsin.

Dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
Yoluna bir can koyduğum
Gökte ararken yerde bulduğum
Karadutum, çatal karam, Çingene'm
Daha nem olacaktın bir tanem
Gülen ayvam, ağlayan narımsın
Kadınım, kısrağım, karımsın.

Bedri Rahmi Eyüboğlu


SİTEM

Önde zeytin ağaçları arkasında yar
Sene 1946
Mevsim
Sonbahar
Önde zeytin ağaçları neyleyim neyleyim
Dalları neyleyim.
Yar yollarına dökülmedik dilleri neyleyim.

Yar yar!
Seni kara saplı bir bıçak gibi sineme sapladılar
Değirmen misali döner başım
Sevda değil bu bir hışım
Gel gör beni darmadağın
Tel tel çözülüp kalmışım.
Yar yar
Canımın çekirdeğinde diken
Gözümün bebeğinde sitem var

Bedri Rahmi Eyüboğlu


NERDESİN?

Geceleyin bir ses böler uykumu,
İçim ürpermeyle dolar: "Nerdesin?"
Arıyorum yıllar var ki ben onu,
Âşıkıyım beni çağıran bu sesin.

Gün olur sürüyüp beni derbeder,
Bu ses rüzgârlara karışır gider.
Gün olur peşimden yürür beraber,
Ansızın haykırır bana: "Nerdesin?"

Bütün sevgileri atıp içimden,
Varlığımı yalnız ona verdim ben,
Elverir ki bir gün bana derinden,
Ta derinden bir gün bana "Gel," desin.

Ahmet Kutsi Tecer
...Yorumlayın-Paylaşın...
Related Posts with Thumbnails