Akşamın solgun ışıkları şehrin -ki buna şehirden ziyade metropol demek gerekir- üstüne perde perde inerken, genç adam dalgın gözlerle pencereden uzaklara doğru baktı.
Bu serin sonbahar akşamında doğanın davetkâr bir havası vardı.
İşten yeni gelmişti.
İçinden bir ses: "Haydi, oğlum Deniz. Yemeğini ve olta takımını al, şöyle uzan deniz kıyısına... Güneşin batışını, o altın ışıkların sudaki aksini seyrederken balık da tutarsın. İyot kokan o mis gibi havayı ciğerlerine çekersin," diyordu.
Açık pencereye doğru derin bir nefes aldı. Küçük bir bekâr eviydi onunki... Bu evde, yalnız yaşıyordu. Temizliği ve düzeni severdi. Her şey yerli yerindeydi. Hemen mutfağa geçti. Hazırlığını yapmaya başladı. Süratli hareketlerle buzdolabını açtı . Birkaç parça yiyecek ve içecek aldı. Ekmeklikten ekmek aldı.
Hepsini bir poşete koydu. "İşte", dedi "nevalem hazır, olta takımımı ve montumu da aldım mı, tamam!"
Kapıyı çekti ve kilitledi. Merdivenlerden iniyordu ki, ev sahibi Melek hanıma rastladı. Melek hanım ağrıyan dizlerine eliyle destek vererek yukarı çıkıyordu:
- Merhaba oğlum!
- Merhaba efendim.
Melek hanım olta takımına yan yan bakarak devam etti:
- Nereye böyle?
- Biraz dışarı çıkıyorum da...
- Bu saatte mi evlâdım? Akşam akşam...
Melek hanım kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı..
Genç adam cevap vermedi. Kaşları çatılmıştı gayriihtiyari...
Günün en sevdiği saatleriydi akşam saatleri. Bu saatlerde insanlar evlerine dönerler, âdeta her yer bomboş kalırdı. Bu saatler yalnızlar için, yalnızlığı yaşayanlar içindi...
Aklına ev sahibi geldi. Biraz keyfi kaçmıştı. "İnsanlar," diye düşündü. "Neden başkasının yaşantısına karışırlar. Ben kimseyle ilgileniyor muyum?"
Arabasına atladı. Yer yer ışıkları yanmaya başlayan şehirden hızla uzaklaştı. Arabanın açık penceresinden giren rüzgâr saçlarını geriye doğru savuruyordu. Bütün dikkatini yola verdi. Rüzgâr, ağaçların dal ve yaprakları arasında koşuşturuyor, onları sağa sola eğiyordu.
Dal ve yaprakların hışırtıları kulağına tatlı bir melodi gibi geliyordu. "Doğanın başarılı bir bestesi," diye düşündü. "Canlı ve cansız varlıklar arasında ne güzel bir uyum var," dedi kendi kendine...
Doğayı seviyordu. Doğada ihtişam, güç, teslimiyet, sessizlik ve özgürlük vardı.
Martıların, denizin arsız kuşlarının dans eder gibi konup kalktığı, her zamanki deniz kıyısına gelince arabasını park etti, indi. Yiyecek paketini ve olta takımını aldı. O bembeyaz deniz kuşlarının çoğunlukta olduğu tarafa döndü ve yüksek sesle:
- Balık orada bol mu? diye sordu gülerek...
Deniz kıyısındaki taşlara oturdu. Ayaklarını sarkıttı. Olta takımını açtı. Çaparinin iğnelerine tüyleri sabırla taktı... Oltasını denize attı: "Rastgele! Haydi rastgele!" dedi keyifle, kendi kendine...
Derin bir nefes alarak havanın temiz kokusunu içine çekti. Ufuklara doğru baktı. Güneş batmak üzere idi. Kırmızının her tonu, sarı ve turuncu, rengârenk bir gurup...
Hangi büyük ressamın fırçasından çıkmış bu tablo? Güneşin denize düşen ışıkları, nasıl da güzel parlıyor. Uzaklarda bir kotra, bu renk cümbüşünün ortasında ağır ağır uzaklaşıyor. Deniz, sulara doğru:
- Ne kadar mutluyum! Özgürlük bu işte, diye haykırdı.
Balıklar birer birer oltaya geliyordu. Balık tutmaktan da ayrı bir zevk alırdı. Bir müddet sonra getirdiği yiyecekleri açtı ve yemeye başladı. Birden yanı başında bir ses duydu. Sevimli bir çocuk:
- Amca oltanla balık tutabilir miyim? diye soruyordu.
Deniz, olumsuz anlamda başını salladı. Çocuk durdu durdu tekrar sordu:
- Amca, senin çocuğun var mı?
Deniz şaşırdı. Böyle bir soru beklemiyordu. Yine başını iki tarafa doğru salladı.
Hayır, çocuğu yoktu. Evlenmeyi arzu etmişti ama hep ertelemişti.
Hedeflerim var onları gerçekleştirmeliyim demişti hep..
Hedefler gerçek olana kadar, ne çok yıl geçmişti. Artık düşünmüyordu doğrusu...
Ara sıra annesi ve babası, durumunu sorgularmışçasına yüzüne bakıp: "Yalnızlık Allah'a mahsus," diyorlardı.
İşte, o zaman aklına geliyordu yuva kurmak... İstekli değildi pek artık.
Babası çocuğunu çağırıyordu. Çocuk seke seke, babasının yanına döndü. Elini tuttu ve gülerek babasına bir şeyler anlatmaya başladı.
Adam da gülerek dinliyordu. Ne güzel bir görüntüydü. Babasının elinden tutmuş, gülerek konuşan küçük bir çocuk...
Dönüş yolunda hep çocuğu ve sorusunu düşündü. "Amca, senin çocuğun var mı?"
Evinin kapısını açıp içeri girdiğinde, o hâlâ düşünüyordu.
Eşikte bir an durup etrafına baktı. Evinin dingin sessizliği, o cansız nesnelerin yerli yerinde duruşları, nedense bu gece onu rahatsız etmişti.
Kapıyı arkasından kaparken, "yalnızca onun olan, o çok sevdiği dünyası"na girdi.
Bu gece, hüzünlüydü.
[İnci Arslan | Üç Yalnızlık | 18 Eylül1999 | Avcılar-İstanbul]
3 yorum:
merhabalar...
ne hoş bir sayfadır bu...
samimiyetiniz ve hoş tınılarınız ile süslediğiniz sayfanıza bayıldımm..
izliyorum sizi..
bende beklerim sayfama..
muhabbetle kalınız..
:)
Çok teşekkürler yorumunuza...
Sayfanızı ziyaret edeceğim...
amca , senin hiç çocuğun yok mu?
amca hiç mutlu oldun mu ?
Yorum Gönder