Genç adam otelin balkonundan karşıdaki ormana doğru bakıyordu. Karşıda göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir deniz gibiydi çam ormanı. Başını öte yana çevirdi. Bu yanda da otelin bahçesi denize doğru uzanıyordu. Sıra sıra palmiye ağaçları, çam ağaçları ve sonunda Akdeniz'in duru mavi suları...
Ara sıra beyaz köpüklü dalgalar, tembelce kumsala uzanıp geri çekiliyordu. Bembeyaz bulutlarla süslü, masmavi gökyüzünde, güneş pırıl pırıldı. Burası, Antalya'da beş yıldızlı bir oteldi. Temiz havayı ciğerlerine çekerken, 'cennet yurdum,' diye düşündü.
Çocukluğunda öğrendiği bir şarkının sözlerini anımsıyordu şimdi:
"En güzel gül benim yurdumda açar / En güzel kuş benim yurdumda öter / Mavi deniz toprağımı kucaklar..."
Hafifçe gülümsedi. Gözleri dalmıştı. Düşünüyordu. Bir güzel kırmızı gül de, onun gönül bahçesinde açmıştı. Ama o, kendi elleriyle koparıp atmıştı o gülü. Dikenleri ruhunu kanatmıştı çünkü. Dikenler, dikenler...
Gülünü çok sevmişti ama dikenine katlanamamıştı işte.
Birbirlerini, bir arkadaş ortamında tanımışlar ve hemen âşık olmuşlardı. Aşkları çok hızlı gelişmişti. Tutkulu ve sıcacık bir aşktı bu. Birbirlerini görmeden, konuşmadan duramaz olmuşlardı.
Bir yıla yakın bir süre, aynı coşkuyla devam etmiş ve hiç bitmesin istediği bu aşk, sonunda onu bıktırmıştı işte. Bir sürü sudan bahaneler öne sürmüştü kendine ve ona. Bunlar pek geçerli olmasa da, geçerli kılmıştı inatla. Kıskançtı hem de çok. Sevimsiz olsa da bu onun huyuydu.
Baştan söylemişti gülüne: "Beni kendinden soğutmak istersen kıskandır yeter," demişti. Bu onun için bir silahtı aslında. Dört elle sarıldığı bir silah...
Fakat gülü bunu anlamamış ya da aldırmamıştı...
Sevgili demişlerdi birbirlerine... Canım, bir tanem, aşkım.
Ölesiye sevmişlerdi birbirlerini.
Ne olmuştu, ne zaman soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Bilmiyordu. Arkadaşlarıyla, dostlarıyla konuştuğunu görmüş, duymuş ve kahrolmuştu. Zaman zaman uyarmış ama bir yararı olmamıştı.
O, anlamıyordu. Ne zaman arkasını dönse başka dallarda şakıyordu işte. Bağışlamamıştı onu. Hoş görememişti sevgilisini. Mazeretlerini de dinlememişti. Aslında kendisi âlâsını yapmıştı. İşin doğrusu buydu.
Güzelliğe ve güzele meyli vardı. Kendisiyle ilgilenen kızlara dayanamaz hepsine de mavi boncuk dağıtırdı. Sevgiliye gelince, hayır o böyle bir şey yapamazdı, yapmamalıydı. Arkadaşça konuşmalara bile tahammülü yoktu. Ne zaman hasretle ona koştuysa hep başka başka kişilerle sözde, sohbette bulmuştu onu.
Son benzer bir olay, bu aşka nokta koymasına yetmişti işte. Bir gün onu terk edivermişti. Seni beynimden çıkardım, aşk bitti demişti. Diyebilmişti işte. Seni seviyorum yine ama artık dost ve arkadaşız. O asla kabul etmemişti bunu. Hayır demişti, hayır! Seni çok seviyorum. Benden vazgeçme. Yalvarmıştı; benden vazgeçme. Bu yalvarmalar gururunu okşamış ama asla onu yumuşatamamıştı...
Başka güzellerle, gününü gün ederken izlendiğinin farkındaydı. Tuhaf bir öç alma duygusu kaplamıştı içini. Ne zaman dost meclislerinde onu görse hemen başka hanımlarla ilgileniyor, onlara tatlı aşk sözcükleri fısıldıyordu. Biliyordu ki o bunları görüyor, duyuyor ve yüreğinden vuruluyordu. Emindi yürek yarasının devamlı kanadığına. O da ısrarla kanatıyordu bu yarayı. Çünkü ömründe ilk kez bir kadın onu dinlememişti. Bilerek veya bilmeyerek... Kahrolmuştu öfke, acı ve hırstan. Şimdi sıra ondaydı işte.
Acı verdiğinin farkındaydı ve bundan büyük keyif alıyordu. Bu da bir gerçekti. İçinden taşan öfkeyle daha çok acı çeksin, daha çok yalvarsın istiyordu.
Günler geçmişti. Daha az görüşüyorlar, daha az rastlaşıyorlardı. Galiba yavaş yavaş gülünün sevgisini de kaybediyordu. Bakışlarını üzerinde yakalıyamıyordu artık...
Arkadaş grubuna yeni katılan, entel takılan birinin onunla ilgilendiğini ve kur yaptığını duymuştu. Bana ne diye düşünmüştü; ama, içi 'cızz' etmişti yine de. 'Hani, sen benimdin'. Üzülme sırası, ona gelmişti şimdi.
Onun bu halini gören samimi bir arkadaşı şöyle demişti bir gün:
- Ne demişler? "Birini çok seviyorsan bırak gitsin aslanım. Dönerse sonsuza kadar senindir."
- Ya dönmezse? demişti arkadaşına...
- "O zaman sakın üzülme. Zaten hiçbir zaman senin olmamıştır o."
Gerçek payı vardı bu sözlerde. Doğru söylüyordu arkadaşı...
O günlerde, umulmadık bir şey olmuştu. Bir gün bir alışveriş merkezinde yüz yüze gelmişlerdi. Bir an duraklamışlar ve eskisi gibi sevgi ve tutkuyla bakmışlardı birbirlerine. Sonra selamlaşmışlar ve bir cafede oturup konuşmuşlardı.
Söz, dönüp dolaşıp onlara gelmişti. O, onun kırmızı gülü:
- Sensiz yaşayamıyorum. Seni seviyorum. Unutmak istedim. En azından denedim bunu, olmadı. Beni affet, demişti.
Dinlemiş, hiç sesini çıkarmamıştı. O devam etmişti.
- Senin istediğin gibi olacağım bundan sonra. Söyle, cezam ne zaman bitecek? Beni affet ne olur!
Başını kaldırmış ve gururla gülümsemişti. Demek hâlâ onu seviyordu. Demek hâlâ onu istiyordu. Kendi yüreğinin sesini dinledi bir an... Ben de seviyorum, ben de istiyorum, diye düşündü. Ama çabuk pes etmeyecekti. Biraz daha acı çeksin.
- Yakında Antalya'ya gideceğim. Kararımı orada verir, sana bildiririm...
Kızın umutla bakan gözleri birden bulutlanmıştı. Omuzları öne düşmüştü. Belki de, bu kaçıncı yenilgi diye düşünmüştü. Tokalaşarak ayrılmışlardı. Yirmi gün oluyordu aşağı yukarı.
Şimdi Antalya'daydı işte... Buradan telefon etmiş ve ona son bir şans verdiğini ve mutlulukları için beklentilerinden söz etmişti bir bir. O, canı gönülden söz vermişti teşekkür ederek. Her şeyi bırakarak buraya gelmesini söylemişti. Peki demişti kız, ikiletmeden. Şimdi kırmızı gülünü bekliyordu bu otel odasının balkonunda.
Otelin önüne bir taksi yanaştı. Şoför kapıyı açtı. Genç bir hanım indi. İnce, uzun boylu, sarı saçlı. Elinde kol çantası, bir manken gibi yürüyordu. Siyah bir takım giymişti. İçinde de kirli sarı bir buluz. Muntazam adımlarla resepsiyona yöneldi. Valizini almak için bir komi koşmuştu bile.
O'ydu ve gelmişti ayağına işte...
Genç adamın gözleri gururla parladı.
Kazanmanın o "vahşi " parıltısı gözlerinde ve hazzı yüreğindeydi.
O'na koşmamak için, "Tut kendini yüreğim," dedi kendi kendine. "Sen erkeksin. Ayağına kadar gelsin. Cezası o zaman bitecek." Başını gururla dikleştirdi…
Resepsiyondan telefon edildi; bir ziyaretçisi olduğu söylendi. O da, yukarıya, odasına gönderilmesini istedi. Az sonra kapı tıklatıldı. Kapıyı açtı. İşte o çok sevdiği, özlediği, kıskandığı, ama daima onun olan "kırmızı gülü" kapıda duruyordu. Aşkı, sevgisi gözlerinde toplanmıştı sanki. Kollarını ona doğru uzatmıştı. Yeniden, kımıldamadan gülümsedi ona. Uzun süre göz göze kaldılar.
Gözleriyle, "Seni aldım, kabul ediyorum ama pazarlığımızı unutma. Yaramazlık yok bir daha," demek istiyordu. O da, “Her şey senin istediğin gibi olacak. Ben seninim, sen de benim," diye yanıt veriyordu âdeta.
Kollarını açtı...
Kırmızı gül, büyük bir arzuyla ve özlemle atıldı bu kollara.
Gözleri ve elleri mutlulukla birleşirken, kapıyı arkalarından kapattılar...
"Kırmızı Gül Demet Demet" | İnci Arslan | 05 Şubat 2000
2 yorum:
akıcı, sürükleyen bir dil...
devamını dilerim
Beğendiğinize sevindim, teşekkürler...
Yorum Gönder