Bir Hak Âşığı ve Halk Ozanı: Yunus Emre

Yunus Emre, 1238-1320 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen ve Anadolu'da Türkçe şiirin öncüsü olan bir şair ve mutasavvıftır.

Hızla değişen toplumumuzda, neredeyse kaybolmaya yüz tutan insanlık, kardeşlik, dostluk gibi değer yargılarımız öz kültürümüzün en önemli parçalarındandır. İşte bu öğeleri, yaşantısıyla, şiirleriyle, yüzyıllar öncesinde işlemiş, bir hak aşığı ve bir halk ozanı, halk dostudur da Yunus Emre...


Sizlere onun, çok sevdiğim şiirlerinden örnekler sunacağım.

Ete kemiğe büründüm / Yunus diye göründüm,” diyen Yunus, içinden çağlayıp akan şiir ırmağıyla, Anadolu insanının ruhunu yıkadı. Öyle bir ırmak ki: şiirleriyle, görüşleriyle, hayatıyla çoğalmış çoğalmış, deniz olmuştur. Önce Yunus’un ağzından, Yunusça seslenelim:

“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz”

Yunus, şiirlerinde insanı insan yapan değerlerden söz etmektedir. Onun şiirlerinde işlediği Allah inancı, peygamber sevgisi, hayat, ölüm ve ölüm ötesi âdeta İslâm’ın bir yorumudur.

Yunus Emre'nin bu dünyada yürünmesi gereken "yol"u, söylenmesi gereken "söz"ü ve kurulması gereken "dostluğu" tanımladığı şiirlerinden alıntıyla başlayalım:

Yol odur ki, doğru vara
Göz odur ki, Hakkı göre
Er odur ki alçak dura
Yüceden bakan göz değil


Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz


Bir nazarda kalmayalım gel dosta gidelim gönül
Hasret ile ölmeyelim gel dosta gidelim gönül
Gel gidelim can durmadan suret terkini urmadan
Araya düşman girmeden gel dosta gidelim gönül

Şiirlerinde "inanç aşkı"yla ilgili sözlerinin etkinliğinin, yetkinliğinin kendisi de farkındadır. Bu sözleri nedeniyle, kendini akıllı biri saymadığı gibi, aklını yitirmiş biri olarak da kabul etmemektedir. Böylece, hem 'kutsal aşkın', hem de 'insani sevginin", insanı yaşamın en uç noktalarına savuracak denli etkileyici olduğunu vurgulamaktadır. Devam edelim...


GEL GÖR BENİ

Ben ağlarım yane, yane,
Aşk boyadı beni kane,
Ne âkilem ne divane,
Gel gör beni aşk neyledi.

Gâh eserim yeller gibi,
Gâh tozarım yollar gibi,
Gâh akarım seller gibi,
Gel gör beni aşk neyledi.

Ben Yunus’u biçareyim,
Baştan ayağa yareyim,
Dost ilinde avareyim,
Gel gör beni aşk neyledi.

O tam bir peygamber aşığıdır. Peygamber sevgisiyle şöyle seslenir:

Arayı, arayı bulsam izini
İzinin tozuna sürsem yüzümü
Hak nasip eylese görsem yüzünü
Ya Muhammed, canım arzular seni

Bir mübarek sefer olsa da gitsem
Kâbe yollarında kumlara batsam
Güzel cemalin bir kez düşte seyretsem
Ya Muhammed, canım arzular seni

Yunus metheyledi seni dillerde
Sevilirsin bütün gönüllerde
Ağlayı, ağlayı gurbet ellerde
Ya Muhammed, canım arzular seni.

Yunus, en zor ve en kötü zamanlarda bile her derde çare bulunacağını ve çözümün Allah’tan olacağını insanlara şu dizelerle öğütlemiştir:

Can-ı gönülden seversen
Yalvar kul, Allah’a yalvar
Maksuda ermek dilersen
Yalvar kul, Allah’a yalvar

Geceler uykudan uyan
Gizli sırlar olsun ayan
Mahrum olmaz Allah diyen
Yalvar kul, Allah’a yalvar

Yunus insanlara hoşgörüyle bakar. Bu yüzden kimseyi kırmamayı, kimseyi incitmemeyi savunur.


“Gönül çalabın tahtı
Çalab gönüle baktı
İki cihan bedbahtı
Her kim gönül yıkar ise”

Yunus’un insanlara karşı hoşgörüsü sonsuzdur. Bakın kendisine kötülük edenlere ne diyor:

“Her kim bana düşman ise
Hak Tanrı yar olsun ona
Her nereye varır ise
Bağ ve bahar olsun ona”

Yunus’ta ahlak ilkesi, önce kendini bilmek, insanı insan etmektir. Bakın yedi yüz yıl öncesinden ne diyor:

İlim, ilim bilmektir
İlim kendin bilmektir
Sen kendini bilmezsen
Bu nasıl okumaktır.

İlim okumadan murad
Kişi hakkı bilmektir
Çün okuyup bilmezsen
Bu bir kuru emektir.

Yunus Emre der Hoca
Gerekse bin var hacca
Hepsinden de iyice
Bir gönüle girmektir.

Aşk… Bu dünyayı, öte dünyayı… Her şeyi, Allah’a bağlayan aşk… Allah aşkı…
Yunus, en güzel şiirlerini Allah aşkı ile yazmıştır.
“Çağırayım Mevlâm seni", "Bana seni gerek seni" ve “Taştın yine deli gönül” bu tür şiirlerinin en güzel örnekleridir.


ÇAĞIRAYIM MEVLÂM SENİ

Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni

Gökyüzünde İsa ile
Tur dağında Musa ile
Elimdeki asa ile
Çağırayım Mevlâm seni

Yunus okur diller ile
Ol kumru bülbüller ile
Hakkı seven kullar ile
Çağırayım Mevlâm seni



BANA SENİ GEREK SENİ

Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım dün’ü günü
Bana seni gerek seni


Ne varlığa sevinirim
Ne yokluğa üzülürüm
Aşkın ile avunurum
Bana seni gerek seni

Yunus durur benim adım
Gün geçtikçe artar odum
İki cihanda maksudum
Bana seni gerek seni


TAŞTIN YİNE DELİ GÖNÜL

Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın
Aktın yine kanlı yaşım
Yollarımı bağlar mısın?

Yavu kıldım ben yoldaşı
Onulmaz bağrımın başı
Gözlerimin kanlı yaşı
Irmak olup çağlar mısın?

Karlı dağların başında
Salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim gibi
Yaşın yaşın ağlar mısın?


Bakın Yunus dünyanın boş ve geçici olduğunu, bizlerin burada misafir olduğumuzu, nasıl dile getirmiş:

“Mal sahibi mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan”


Uzun süren dervişlik yıllarının ardından, “ayrılık vakti" gelmiştir artık…


SELAM OLSUN


Bu dünyadan gider olduk
Kalanlara selam olsun
Bizim için hayır dua
Kılanlara selam olsun

Ecel büke belimizi
Söyletmeye dilimizi
Hasta iken halimizi
Soranlara selam olsun

Tenim ortaya açıla
Yakasız gömlek biçile
Bizi bir aşan veçh ile
Yuyanlara selam olsun

Azrail alır canımız
Kurur damarda kanımız
Yuyuncağın kefenimiz
Saranlara selam olsun

Sala verile kasdimize
Gider olduk dostumuza
Namaz için üstümüze
Duranlara selam olsun

Dünyaya gelenler gider
Hergiz gelmez yola gider
Bizim halimizden haber
Soranlara selam olsun

Miskin Yunus söyler sözün
Yaş doldurmuş iki gözün
Bizi bilmeyen ne bilsin
Bilenlere selam olsun


Bir gün, gaiplerden gelen bir ses fısıltıyla seslenir: “Vakit tamam, Yunus!... Gel, hadi gel…"


Geldi geçti ömrüm benim
Şol yel esip geçmiş gibi
Hele bana şöyle gelir
Bir göz yumup açmış gibi

İş bu söze Hak tanıktır
Bu can gövdeye konuktur
Bir an ola çıka gide
Kafesten kuş uçmuş gibi


HAKTAN GELEN ŞERBETİ

Haktan gelen şerbeti
İçtik elhamdülillah
Şol kudret denizini
Geçtik elhamdülillah


Şu karşıki dağları
Meşeleri bağları
Sağlık safalık ile
Aştık elhamdülillah

Kuru idik yaş olduk
Ayak idik baş olduk
Kanatlandık kuş olduk
Uçtuk elhamdülillah

Dirildik pınar olduk
İrkildik ırmak olduk
Aktık denizine dolduk
Taştık elhamdülillah

Tabduk’un tapusunda
Kul olduk kapusunda
Yunus miskin çiğ idik
Piştik elhamdülillah


Yol göstermek Yunus’tan, ders almak bizden…

Umudumuzu ve sevgimizi yitirmeden, gelin hep beraber söyleyelim:

“Gelin tanış olalım
İşi kolay kılalım
Sevelim, sevilelim
Dünya kimseye kalmaz”

...Yorumlayın-Paylaşın...

Ala Geyik


Çocuktum, ufacıktım,
Top oynadım, acıktım.

Buldum yerde bir erik,
Kaptı bir Ala Geyik.

Geyik kaçtı ormana,
Bindim bir ak doğana.

Doğan, yolu şaşırdı,
Kaf Dağı'ndan aşırdı.

Attı beni bir göle;
Gölden çıktım bir çöle,

Çölde buldum izini,
Koştum, tuttum dizini.

Geyik beni görünce,
Düştü büyük sevince.

Verdi bana bir elma,
Dedi, dinlenme, durma.

Dağdan yürü, kırdan git,
Altın Köşk'e çabuk yet.

Seni bekler ezeli,
Orda dünya güzeli.

Bin yıllık çile doldu!
Bunu dedi, kayboldu.

Yedim sırlı elmayı,
Gördüm gizli dünyayı.

Gündüz oldu, geceler;
Ak sakallı cüceler,

Korkunç devler hortladı,
Cinler, cirit oynadı.

Kesik başlar yürürdü,
Saçlarını sürürdü.

Bir de baktım, melekler,
Başlarında çiçekler.

Devlere el bağlıyor,
Gizli gizli ağlıyor.

Kılıcımı çıkardım,
Perileri kurtardım.

Kurtardığım periler,
Adım adım geriler,

Kanadını açardı,
Selam verir, kaçardı.

Az, uz gittim, dolaştım,
Altın Köşk'e ulaştım.

Bir kapısı açıktı,
Öteki kapanıktı.

Kapalıyı açarak,
Açığa vurdum kapak.

At önünde et vardı,
İt, ot yemez ağlardı;

Otu ata yedirdim,
Eti ite yedirdim.

Açtım bir elmas oda;
Dev şahı uykuda

Gördüm, kestim başını,
Dedim, Ey dev nerede?

Nerede Dünya Güzeli?
Dedi, Elinde eli!

Döndüm, baktım. Bir Kırgız
Elbiseli güzel kız.

Durmuş, bakar yanımda,
Şimşek çaktı canımda.

Güldü, dedi, Türk Beyi!
Tanıdın mı geyiği?

Kimse, beni bu devden
Alamazdı. Ancak sen,

Kaya deldin, dağ yardın,
Geldin, beni kurtardın.

Ah o imiş anladım,
Sevincimden ağladım,

Dedim, Turan Meleği!
Türkün yüce dileği!

Yüz milyon Türk bu anda
Seni bekler Turan'da.

Haydi, çabuk varalım,
Karanlığı yaralım;

Sönük ocak canlansın,
Yoksul ülke şanlansın

İndik, iti okşadık,
At sırtına atladık.

Geçtik nice dağ, kaya,
Geldik Demirkapı'ya.

Kapanması, çok yıldı,
Açıl! dedim, açıldı.

Yol verince gizli yurt,
Aldı bizi Bozkurt,

Kaf Dağı'ndan geçirdi,
Türk Eli'ne getirdi.

Ziya Gökalp
...Yorumlayın-Paylaşın...

Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlu Olsun

Sevgili Günlük,
Bugün Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı. Atatürk'ün çocuklara verdiği bu bayramın bugün 90. yıldönümünü kutluyoruz.

Bu gün tarihimizin önemli günlerinden biridir. 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temeli atılmıştır. Vatanın kurtuluşunun planlanması, sevk ve idaresi, burada, milletin temsilcileri tarafından yapılmıştır. Daha sonra, bu gün bayram olarak kabul edilmiş ve Atatürk tarafından Türk çocuklarına armağan edilmiştir.
Türk çocukları bu bayramı uzun süreden beri Dünya çocukları ile birlikte kutluyor.

23 NİSAN GELİNCE

DAĞLARIM DUMANLANIR
BAŞTAN BAŞA YURDUMDA
TAŞIM TOPRAĞIM CANLANIR

HER NE YANA BAKSAM
GÖNLÜMCE BAYRAĞIM DALGALANIR

Şimdi en sevdiğim, 23 Nisan ve Çocuk Şiirleri:



23 NİSAN
Bugün sen de bayrağım,
Daha şanlı dalgalan.
Bugün büyük bayramım
Bugün 23 Nisan.

Bugün başta talihim
Ve milletim uyandı
Ankara’nın bağrında
Bir sönmez ateş yandı.

Aydınlattı yurdumu
Dağıldı alev alev
Bugün kalktı ayağa
Uyuklayan koca dev.

Bugün bana Ata’mdan
En büyük bir armağan.
Bugün büyük bayramım
Bugün 23 Nisan.

İ. Hakkı Talas



23 NİSAN...
Yurdu koruyan,
Yarını kuran,
Sen ol çocuğum.

Eskiyi unut,
Yeni yolu tut,
Türklüğe umut,
Sen ol çocuğum.

Bizi kurtaran,
Öndere inan,
Sözünü tutan,
Sen ol çocuğum.

Küçüksün bugün,
Yarın büyürsün,
Her işte üstün
Sen ol çocuğum,

Çalışıp öğren,
Her şeyi bilen
Yurduna güven
Sen ol çocuğum.

Hasan Ali Yücel



23 NİSAN
Vatan tehlikedeydi, Atatürk karar verdi:
Vatanı kurtaracak yine millettir dedi.
Ankara’da bir meclis toplayıp kurmak için
Günlerce, haftalarca çalıştı için için.

İşte bugün kuruldu Büyük Millet Meclisi.
Ankara’dan yükseldi milletin gür sesi.
Çocuklar, tarihten bir altın yapraktır bugün.
Gönlümüzde kalmasın artık, ne gam ne hüzün.

Çocuklar bayram yapın, sevinin ve haykırın.
Engel denen her şeyi gücünüzle siz kırın.
Çocuklar biliniz ki siz koca bir cihansınız.
Vatanın her yerinden fışkıran volkansınız.

Doğan güneş sizindir, yıldızla ay sizindir.
"Artık özgürlük sizin, gelecek sizindir."
Ey gün yüzlü çocuklar!
“Çalışın, öğünün ve kendinize güvenin.”

Hayatta durak yoktur; daima ileri!
Coşkun bir rüzgâr gibi ufukları aşın.
Göğsünüz kanasa da akmasın göz yaşınız.
"Okulda, derste, sırada çalış azimle, hırsla."
Temiz olsun kalbiniz, aydın olsun kafanız.
Şen olsun, kutlu olsun bayramınız.

Uluğ Turanlıoğlu



ÇOCUKLARIN DİLEĞİ
Çocuklar şarkı söylerken
Kanatlanır gökyüzüne
Melek olur.

Çocuklar şarkı söylerken
Sarı saçlı, mavi gözlü
Bebek olur.

Çocuklar şarkı söylerken
Bulut olur,
Gökkuşağı olur
Deniz olur.

Çocuklar şarkı söylerken
23 Nisan'larda
Pırıl pırıl saydam kanatlı
Kelebek olur.

Çocuklar şarkı söylerken
23 Nisan'larda
Dillerinde, gözlerinde
Yüreklerinde yalnızca
Bir dilek olur.

Teşekkürler Atatürk
Teşekkürler Atatürk

M. Macit Taş



ÇOCUKLAR KARDEŞ OLDU MU
Daha bir ballanır uyku
Çocuklar kardeş oldu mu.
Barışır artık kurt, kuzu
Çocuklar kardeş oldu mu.

Düşler denizine doğru
Mutluluk, bir yelken açar.
Her yürek bir altın pınar,
Çocuklar kardeş oldu mu.

Daha bir ışıldar akarsu
Çocuklar kardeş oldu mu.
Kucaklaşır batıyla doğu,
Çocuklar kardeş oldu mu.

Ne açlık kalır, ne korku,
Korudaki fidanlar gibi,
Sevip sevip birbirini
Çocuklar kardeş oldu mu.

Tahsin Saraç



ÇOCUK VE BAHAR
Senin inci çiçeklerin varsa bahar,
Benim de inci dişlerim var.
Senin mavi bulutların varsa,
Benim de mavi gözlerim var.
Senin pembe ufukların varsa,
Benim de yanaklarım var.
Senin yağmurların, çiğlerin,
Şebnemlerin varsa,
Benim de gözyaşlarım var.

Senin denizlerin varsa,
Benim de yelkenli gemilerim var.
Senin kuşların varsa,
Benim de uçaklarım var.
Senin rüzgârın varsa,
Benim de uçurtmam var.
Senin ayın, yıldızların varsa,
Benim de bayrağım var.
Bayrağım gibi geldin yurduma
Bahar...

Mehmet Necati Öngay



BİR DÜNYA BIRAKIN
Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele, el ele verin çocuklar.

Bir vatan bırakın biz çocuklara
Islanmış olmasın gözyaşlarıyla.

Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele, el ele verin çocuklar.

Bir bahçe bırakın biz çocuklara
Göklerde yer açın uçurtmalara.

Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele, el ele verin çocuklar.

Bir barış bırakın biz çocuklara
Ulaşsın şarkımız güneşe ve aya.

Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele, el ele verin çocuklar.

Bir dünya bırakın biz çocuklara
Yazalım üstüne sevgili dünya

Oynaya oynaya gelin çocuklar
El ele, el ele verin çocuklar.

Adnan Çakmakçıoğlu

...Yorumlayın-Paylaşın...

Çocuktuk Ufacıktık!

Yazın son günlerini yaşıyoruz. Sıcak, güneşli bir eylül sabahı gökyüzü pırıl pırıl... Büyük şehrin günlük gürültüleri arasında bir çay bahçesindeyim. Çamlık Çay Bahçesi... Burası adına yakışır şekilde çam ağaçlarıyla dolu bir bahçe. Ağaçların altında yuvarlak masalar, üzerlerinde eski örtüler ve renkleri solmuş sandalyeler.

Her masa, üç kişilik düzenlenmiş. Zemin, eğri büğrü ve toprak. Bakıyorum, sulanmış ve süpürülmüş. Bütün bunlara rağmen, seviyorum ben bu çay bahçesini. Çayları fevkalade güzel demlenmiş. Maltepe'de, bu kadar güzel bir çay içmedim hiçbir yerde. Tek kelimeyle harika. Güler yüzlü garsonlarının servisleri de...

Yalnız kalmak, kafamı dinlemek ve temiz hava almak için seçtiğim bir mekân burası. Yalnız kalmak, evet; ama, kafamı dinlemek pek mümkün olmuyor. Çünkü ana caddenin kenarında bir yerde bulunuyor bu bahçe. Taşıtların çıkardığı gürültü kulaklarımı tırmalıyor. Bu gürültüye henüz alışamadım ve yok sayamıyorum. Sanırım çam ağaçlarının güzelliğinden, gölgesinden yararlanmak için buraya bir çay bahçesi açmışlar. Çok iyi etmişler. İçinde bir de çocuk bahçesi var.


Çocukların salıncaklara binişini, kaydıraktan kayışını izlemek ne güzel oluyor.
Bu küçük insanlar davranışlarıyla karakterlerini ele veriyorlar ve kişiliklerinin ne yönde gelişeceğini gösteriyorlar. Onları izliyorum. Atak, hırçın, pısırık, korkak, dışa dönük, içe dönük, kavgacı çocuklar. Sıra ailelerini izlemeye geliyor. Otoriter aileler, demokratik aileler, boş veren aileler, çocuk eğitiminden habersiz olanlar, örnek davranış içindekiler...

Bakıp bakıp, hallerine kıs kıs gülüyorum. Doğmak, büyümek, gelişmek, kendine benzer canlılar dünyaya getirmek ve kaçınılmaz son: ölmek...
Uzun bir süreç, bazıları için de kısa bir süreç...

Ben, düşünüyorum. Ömrüm, “Rüzgâr gibi geçti”.
Rüzgârın bıraktığı izlere bakıyorum. İyi ya da kötü, ne çok anı var beynimin derinliklerinde... Şimdilerde söylendiği gibi: pozitif ve negatif olgular...

Dün, yaşandı bitti. Tüm yaşananlar, mazi oldu ara sıra hatırlanan. Bugünü yaşayalım diyoruz. Bazıları “Anı yakalamak, günü yakalamak önemli,” diyor. Tamam yakalayayım, yakalayalım. Ama nasıl? Hepimiz “ekmek kavgasının, hayat kaygısının" içindeyiz.

Sabah erken kalkınca bir koşuşturma bir koşuşturma, akşam evimize gidene kadar. Büyük şehirlerde yaşayıp da çalışmak durumunda olan insan, bırakın günü yakalamayı, durdurulamayan bir akış içinde akıntıya kapılmış giden bir nesne olmaktan ileriye gidemiyor. Bunların üstüne bir de "stres" denen bir kara bela eklendi mi, ömür denilen şey, çekilmez oluyor.

Ben de bir zamanlar, bu küçükler gibi anamın kuzusu, babamın bir tanesiydim. El bebek gül bebektim. Hayatımın o en güzel, o en sorumsuz, o en huzurlu (mu acaba ? Korkuyla tanıştığım yıllar da o yıllardı) günlerini geçirdiğimin bilincinde miydim acaba? Hayır, elbette hayır. Yarının neler getireceğini bilmiyordum ki o zaman.
Şimdi de bilmediğim gibi.

Sevgili küçükler, güzel yavrular. Sizleri tebessümle izlerken şunu söylemek istiyorum. Gülün, eğlenin çocuklar, henüz vakit varken... Günleriniz gamsız ve tasasız geçsin. Hayatın yükü omuzlarınıza binmeden, biraz pozitif enerji depolayın derim. Bunu kesinlikle tavsiye ederim size. Gelecek günler için...
Çünkü gelecek günler, sizin için ne hazırladı? Bunu hiçbirimiz bilemeyiz. Amaçlarımız, ulaşmak istediğimiz hedeflerimiz vardır. Hep olacaktır da... Umutlarımız vardır. Olsun. Umutsuz yaşanmaz.

Yarın için, biraz bu günden hazırlık yapmalıyız. Okumak, öğrenmek, gerçek hayatın içinde pratik beceriler kazanmak... Her şeyi öğrenmeye çalışırsanız aynı anda hiçbirini iyi öğrenememe riski de vardır. Bunu da hatırlatayım size. Öğrendiklerinizden sizin için yararlı olanları seçin. İyiyi kötüyü öğrenin; ama, iyiyi seçip alın. Dürüstlüğü, namussuzluğu görün, tanıyın; ama, dürüstlük sizin olsun. İyimser olmayı, kötümser olmayı bilin; ama, iyimserlik sizde kalsın. Buna bir de hoşgörüyü ekleyin. İyi arkadaşlıklar kurun, bunları ömür boyu sürecek dostluklara çevirin. Dost bulmak çok zor bu dünyada çocuklar. Gerçek dostu bulmak...

Son bir sözüm daha olacak sizlere... İnsanları sevin, onları olduğu gibi kabul edin çocuklar... Hiçbirini isteseniz de değiştiremezsiniz çünkü...

Yine gülüyorum. Bu gülmek yarıyor bana, belki böyle dinleniyorum. Çünkü, biliyorum ki şöyle bir kulak vereceksiniz sözlerime. Gülüp geçeceksiniz. Çünkü, çok çok gençsiniz. En istemediğiniz şey nasihat dinlemek. Bunu bildiğim için, içimden söyledim ben de, siz salıncaktan salıncağa koşarken, kumlarda oynarken, kaydıraktan kayarken...


Bir anne yavrusunu sallıyor. Belli ki yaşadığı sürece gözü ve eli yavrusunun üstünde olacak. Bırak anne! Yavrun kendisi sallansın, kanatlarını çırpmayı kendisi öğrensin. Nasıl olsa bir gün yuvadan uçacak. Hem de arkasına bakmadan, özgürlüğün ufuklarına doğru...
Bırak onu, şimdiden ruhunu yalnızlığa alıştır. Yüreğin yanmaz o zaman...

Ne güzel bir gün ve ben yalnızım. Hepimiz yalnızız aslında...
Kalkıp gitme zamanı. Sonunda, zamanı gelince bir bilinmeze gideceğimiz gibi.

Hesabı ödüyorum. Bahçeden çıkıyorum. İnsan kalabalığına karışıyorum. Hep birlikte, zamanın içinden akıp gidiyoruz.

"23 Nisan | Çocuktuk Ufacıktık!"
| İnci Arslan | 17 Eylül 2000

...Yorumlayın-Paylaşın...

Kutlu Doğum Haftası

Alemlere
Rahmet Olarak Gönderilen
Yüce Peygamberin
Anısına...



NAAT

Seccaden kumlardı...
Devirlerden, diyarlardan
Gelip, göklerde buluşan
Ezanların vardı!


Mescit mümin, minber mümin...
Taşardı kubbelerden tekbir,
Dolardı kubbelere "amin!"

Ve mübarek geceler dualarımız;
Geri gelmeyen dualardı...
Geceler ki pırıl pırıl
Kandillerin yanardı...

Kapına gelenler ya Muhammed,
-uzaktan, yakından–
Mümin döndüler kapından...

Besmele, ekmeğimizin bereketiydi,
İki dünyada aziz ümmet;
Muhammed ümmetiydi.

Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
"Hû hû"lara karışsın aminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatihalar, Yasinler!

Şimdi seni ananlar,
Anıyor ağlar gibi...
Ey yetimler yetimi,
Ey garipler garibi;
Düşkünlerin kanadıydın,
Yoksulların sahibi...
Nerde kaldın ey Resûl,
Nerde kaldın ey Nebî?

Günler, ne günlerdi, ya Muhammed!
Çağlar ne çağlardı:
Daha dünyaya gelmeden
Müminlerin vardı...
Ve bir gün, ki gaflet
Çöller kadardı,
Halîme’nin kucağında
Abdullah’ın yetimi
Âmine’nin emaneti ağlardı.

Hatice’nin goncası,
Aişe’nin gülüydün.
Ümmetinin gözbebeği
Göklerin resûlüydün...

Elçi geldin, elçiler gönderdin...
Ruhunu Allah'a,
Elini ümmetine verdin.
Beşiğin, yurdun, yuvan
Mekke'de bunalırsan
Medine'ye göçerdin.
Biz bu dünyadan nereye
Göçelim, ya Muhammed?

Yeryüzünde riya, inkâr, hıyanet
Altın devrini yaşıyor...
Diller, sayfalar, satırlar
"Ebû Leheb öldü," diyorlar.
Ebû Leheb ölmedi, ya Muhammed
Ebû Cehil kıt'alar dolaşıyor!

Neler duydu şu dünyada
Mevlidine hayran kulaklarımız;
Ne adlar ezberledi, ey Nebî,
Adına alışkın dudaklarımız!
Artık, yolunu bilmiyor;
Artık, yolunu unuttu
Ayaklarımız!
Kâbe’ne siyahlar
Yakışmamıştır, ya Muhammed!
Bugünkü kadar!

Hased gururla savaşta;
Gurur, Kafdağı’nda derebeyi...
Onu da yaralarlar kanadından,
Gelse bir şefkat meleği...
İyiliğin türbesine
Türbedâr oldu iyi.

Vicdanlar sakat
Çıkmadan yarına,
İyilikler getir, güzellikler getir
Adem oğullarına!

Şu gördüğün duvarlar ki
Kimi Tâif’tir, kimi Hayber’dir...
Fethedemedik, ya Muhammed,
Senelerdir.

Ne doğruluk, ne doğru;
Ne iyilik, ne iyi...
Bahçende en güzel dal,
Unuttu yemiş vermeyi...
Günahın kursağında
Haramların peteği!

Bayram yaptı yabanlar;
Semâve’yi boşaltıp
Sâve’yi dolduranlar...
Atını hendeklerden -bir atlayışta-
Aşırdı aşıranlar...
Ağlasın Yesrib,
Ağlasın Selman’lar!

Gözleri perdeleyen toprak,
Yüzlere serptiğin topraktı...
Yere dökülmeyecekti, ey Nebî,
Yabanların gözünde kalacaktı!

Konsun -yine- pervazlara güvercinler,
"Hû hû"lara karışsın aminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatihalar, Yasinler!

Ne oldu ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırında mı ey yol,
Bir aziz yolcuyla
Aşarak dağlar, taşlar
Kafile kafile, kervan kervan
Şimale giden yoldaşlar....

Uçsuz bucaksız çöllerde
Yine izler gelenlerin;
Yollar gideceklerindir....

Şu tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir.

Örümcek ne havada
Ne suda, ne yerdeydi
Hakkı göremeyen
Gözlerdeydi

Şu kuytu cinlerin mi, perilerin yurdu mu,
Şu yuva ki bilinmez;
Kuşları hüdhüd müdür, güvercin mi
Kumru mu..
Kuşlarını bir sabah,
Medine’ye uçurdu mu..

Ey Abva’da yatan ölü,
Bahçende açtı dünyanın
En güzel gülü;
Hatıran uyusun çöllerin,
Ilık kumlarıyla örtülü..

Dinleyene hâlâ
Çöller ses verir....
Yaleyl, susar,
Uğultular gelir...
Mersiye okur Uhud,
Kaside söyler Bedir;
Sen de bir hac günü
Başta Muhammed, yanında
Ebu Bekir,
Gidenlerin yüz bin olup dönüşünü,
Destan yap ey şehir!

Konsun –yine- pervazlara
Güvercinler,
“Hû hû”lara karışsın
Aminler,...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatihalar, Yasinler...

Vicdanlar sakat
Çıkmadan ya Muhammed yarına!
İyiliklerle gel, güzelliklerle gel
Adem oğullarına...

Yüreklerden taşsın
Yine, imanlar!
Itrî, bestelesin Tekbîr’ini;
Evliyâ, okusun Kur’ân’lar!
Ve Kur’an'ı göz nuruyla çoğaltsın
Kayışzade Osman’lar
Naatını Galip yazsın,
Mevlid’ini Süleyman’lar!
Sütunları, kemerleri, kubbeleriyle
Geri gelsin Sinan’lar!
Çarpılsın, hakikat niyetine
Cenaze namazı kıldıranlar!

Gel, ey Muhammed, bahardır...
Dudaklar ardında saklı
Aminlerimiz vardır...
Hacdan döner gibi gel;
Mirac’dan iner gibi gel;
Bekliyoruz yıllardır!

Bulutlar kanat, rüzgâr kanat;
Hızır kanat, Cibril kanat;
Nisan kanat, bahar kanat;
Ayetlerini ezbere bilen
Yapraklar kanat...
Açılsın göklerin kapıları,
Açılsın perdeler, kat kat!
Çöllere dökülsün yıldızlar;
Dizilsin yollarına
Yetimler, günahsızlar!
Çöl gecelerinden, yanık
Türküler yapan kızlar
Sancağını saçlarıyla dokusun;
Bilâl-i Habeşî sustuysa
Ezanlarını Dâvûd okusun!

Konsun –yine- pervazlara güvercinler,
"Hû hû"lara karışsın aminler...
Mübarek akşamdır;
Gelin ey Fatihalar, Yasinler!

Arif Nihat Asya



YAĞMUR

Var eden'in adıyla insanlığa inen Nur
Bir gece yansıyınca kente Sibir dağından
Toprağı kirlerinden arındırır bir Yağmur


Kutlu bir zaferdir bu ebabil dudağından
Rahmet vadilerinden boşanır ab-ı hayat
En müstesna doğuşa hamiledir kâinat

Yıllardır boz bulanık suları yudumladım
Bir pelikan hüznüyle yürüdüm kumsalları
Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım

Hasretin alev alev içime bir an düştü
Değişti hayal köşküm, gözümde viran düştü
Sonsuzluk çiçeklerle donandı yüreğimde
Yağmalanmış ruhuma yeni bir devran düştü

İhtiyar cübbesinden kan süzülür Nebi'nin
Gökyüzü dalgalanır ipekten kanatlarla
Mehtabını düşlerken o mühür sahibinin
Sarsılır Ebu Kubeys kovulmuş feryatlarla
Evlerin arasına dikilir yeşil bayrak
Yeryüzü avaredir, yapayalnız ve kurak

Zaman, ayaklarımda tükendi adım adım
Heyûla, bir ağ gibi ördü rüyalarımı
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım

Yağmur, gülşenimize sensiz, baldıran düştü
Düşmanlık içimizde; dostluklar yaban düştü
Yenilgi, ilmek ilmek düğümlendi tarihe
Her sayfaya talihsiz binlerce kurban düştü

Bir güzide mektuptur, çağlarin ötesinden
Ulaşır intizarın yaldızlı sabahına
Yayılır o en büyük muştu, pazartesinden
Beyazlık dokunmuştur gecenin siyahına
Susuzluktan dudağı çatlayan gönüllerin
Sükûtu yar, sevinci dualar kadar derin

Çaresiz bir takvimden yalnızlığa gün saydım
Bir cezir yaşadım ki, yaşanmamış, mazide
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydim

Sensiz, kaldırımlara nice güzel can düştü
Yarılan göğsümüzden umutlar bîcan düştü
Yağmur, kaybettik bütün hazinesini ceddin
En son, avucumuzdan inci ve mercan düştü

Melekler sağnak sağnak gülümser Mavera'dan
Gümüş ibrik taşıyan zümrüt gagalı kuşlar
Mutluluk nağmeleri işitirler Hıra'dan
Bir devrim korkusuyla halkalanır yokuşlar
Bir bebeğin secdeye uzanırken elleri
Paramparça, ateşler şahının hayalleri

Keşke bir gölge kadar yakınında dursaydım
O mücella çehreni izleseydim ebedi
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım

Sarardı yeşil yaprak; dal koptu; fidan düştü
Baykuşa çifte yalı; bülbüle zindan düştü
Katil sinekler deldi hicabın perdesini
İstiklal boşluğunda arılar nadan düştü

Dolaşan ben olsaydım Save'nin damarında
Tablosunu yapardım yıkılan her kulenin
Ebedi aşka giden esrarlı yollarında
Senden bir kıvılcımın, süreyya bir şulenin
Tarasaydım bengisu fışkıran kakülünü
On asırlık ocağın savururdum külünü

Bazen kendine aşık deli bir fırtınaydım
Fırtınalar önünde bazen bir kuru yaprak
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım

Sensizlik depremiyle hancı düştü; han düştü
Mazluma sürgün evi; zalime cihan düştü
Sana meftun ve hayran, sana ram olanlara
Bir bela tünelinde ağır imtihan düştü

Badiye yaylasında koklasaydım izini
Kefenimi biçseydi Ebva'da esen rüzgãr
Seninle yıkasaydım acılar dehlizini
Ne kaderi suçlamak kalırdı ne intihar
Üstüne pırıl pırıl damladığın bir kaya
Bir hurma çekirdeği tercihimdir dünyaya

Suskunluğa dönüştü sokaklarda feryadım
Tereddüt oymak oymak kemirdi gururumu
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım

Haritanın en beyaz noktasına kan düştü
Kırıldı adaletin kılıcı; kalkan düştü
Mahkûmlar yargılıyor; hâkimler mahkûm şimdi
Hakların temeline sanki bir volkan düştü

Firakınla kavrulur çölde kum taneleri
Ahuların içinde sevdan akkor gibidir
Erdemin, bereketin doldurur haneleri
Sensiz hayat toprağın sırtında ur gibidir
Şemsiyesi altında yürürsün bulutların
Sensiz, yükü zehirdir en güzel imbatların

Devlerin esrarını aynalara sorsaydım
Çözülürdü zihnimde buzlanmış düşünceler
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım

Sensiz, tutunduğumuz dallardan yılan düştü
İlkin karardı yollar, sonra heyelan düştü
Güvenilen dağlara kar yağdı birer birer
Sensizlik diyarından püsküllü yalan düştü

Yağmur, duysam içimin göklerinden sesini
Yağarsın; taşlar bile yemyeşil filizlenir
Yıldırımlar parçalar çirkefin gövdesini
Sel gider ve zulmetin çöplüğü temizlenir
Yağmur, bir gün kurtulup çağın kundaklarından
Alsam, ölümsüzlüğü billur dudaklarından

Madeni arzuların ardında seyre daldım
Küflü bir manzaranın çürüyen güllerini
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım

Şehirler kâbus dolu; köylere duman düştü
Tersine döndü her şey sanki; asuman düştü
Kırık bir kayık kaldı elimizde, hayali
Hazindir ki; dertleri asmaya umman düştü

Ayrılığın bağrımda büyüyen bir yaradır
Seni hissetmeyen kalp, kapısız zindan olur
Sensiz doğrular eğri; beyaz bile karadır
Sesini duymayanlar girdabında boğulur
Ana rahminde ölür sensizlikten bir cenin
Şaşkınlığa açılır gözleri, görmeyenin

Saatlerin ardında hep kendimi aradım
Bir melal zincirine takıldı parmaklarım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım

Sensiz, ufuklarıma yalancı bir tan düştü
Sensiz kıtalar boyu uzayan vatan düştü
Bir kölelik ruhuna mahkûm olunca gönül
Yüzyıllardır dorukta bekleyen sultan düştü

Ay gibisin; güneşler parlıyor gözlerinde
Senin tutkunla mecnun geziyor güneş ve ay
Her damla bir yıldızı süslüyor göklerinde
Sümeyra'yı arıyor her damlada bir saray
Tohumlar ve iklimler senindir; mevsim senin
Mekânın fırçasında solmayan resim senin

Yağmur, bir gün elimi ellerinde bulsaydım
Güzellik şahikası gülümserdi yüzüme
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım

Tavanı çöktü aşkın; duvarlar üryan düştü
Toplumun gündemine koyu bir isyan düştü
İniltiler geliyor doğudan ve batıdan
Sensizlikten bozulan dengeye ziyan düştü

Islaklığı sanadır ahımın, efganımın
İçimde hicranınla tutuşuyor nağmeler
Sendendir eskimeyen cevheri efkârımın
Nazarın ok misali karanlıkları deler
Bu değirmen seninle dönüyor; ahenk senin
Renkleri birbirinden ayıran mihenk senin

Bir hüzün ülkesine gömülüp kaldı adım
Kapanıyor yüzüme aralanan kapılar
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım

Yağmur, sayrılığıma seninle derman düştü
Beynimin merkezine ölümsüz ferman düştü
Silindi hayalimden bütün efsunu ömrün
Bir dönüm noktasında aklıma Rahman düştü

Nefsinle yeniden çizilecek desenler
Çehreler yepyeni bir değişim geçirecek
Aydınlığa nurunla kavuşacak mahzenler
Anneler çocuklara hep seni içirecek
Yağmur, seninle biter susuzluğu evrenin
Sana mümindir sema; sana muhtaçtır zemin

Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Kardeşler arasında heyhat, su-i zan düştü
Zedelendi sağduyu; körleşen iz'an düştü
Şarkısıyla yaşadık yıllar yılı baharın
İnsanlık bahçemize sensizlik hazan düştü

Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Çölde seni özleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun küçük bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım
Uğrunda koparılan bir baş da ben olsaydım
Bahira'dan süzülen bir yaş da ben olsaydım
Okşadığın bir parça kumaş da ben olsaydım
Senin için görülen bir düş de ben olsaydım
Yeryüzünde seni bir görmüş de ben olsaydım
Senin visalinle bir gülmüş de ben olsaydım
Sana hicret eden bir Kureyş de ben olsaydım
Damar damar seninle, hep seninle dolsaydım
Batılı yıkmak için kuşandığın kılıcın
Kabzasında bir dirhem gümüş de ben olsaydım

Nurullah Genç



NAAT

Artık akşamlarken günler
Düğün getirmez hiçten dünler
Gitmez konuğum hüzün değil mi?


Devran ve hüküm güzün değil mi?
Hiç mi ümîd yok? Ya Peygamber!

Soytarılıklar sırıtkanca
Anlamsızlıklar sırtlanca
Yol kesmeseler, hiç vaktim yok!
Bir varmışlar bir baktım yok!
Sevilen ve seven sensin! El ver!

Dolaşık labirent, kandil ölgün
Boğazından öpen Huseyn’i her gün
Omuzunda Ali’yi yüceltensin
İsa’ya ümîdi veren sensin!
Senden bir elçiymiş güller

Sonsuz Rahmet’ten gelensin
Sevgim gülden simgelensin
Avucunun sıcaklığından
Göğsümden bir gül yücelsin
Bensiz geçmekteyken günler
Neredeysem râyiha gelsin

Mahşere varsın esrik bir an
Sen geldiysen gitsin zulmet
Ümîde engel olmaz şeytan
Doğsun ışrakî bir hikmet
Tek aşkın kaynaktan kevser
Engin Rahmet, son Peygamber

Hüseyin Hatemi



Devran: Dünya, talih, zaman
Ölgün: Canlılığını kaybetmiş, solmuş
Râyiha: Koku
Mahşer: Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplandıkları yer
Esrik: Sarhoş, kendinden geçmiş
Zulmet: Karanlık
Işrakî: Doğuya ait
Hikmet: Yüksek bilgi, sebep
Kevser: Bereket, Cennette bir havuz


Bu üç şairin anlatımlarındaki mükemmelliği tam olarak fark edebilmek için, bu şiirler birkaç kere okunmalı ve sözlerin içerikleri üzerinde de ayrıca düşünülmelidir.
Şiirleri beğeneceğinizi umuyorum.

...Yorumlayın-Paylaşın...

Okumalarım 1

Sevgili günlük, bugün, biraz sohbet edelim istiyorum...

Yazmayı ve okumayı, bir "Karşılaşma" sayan sevgili romancımız Adalet Ağaoğlu da konuğumuz olsun, o da dinlesin bizi. Ne dersin günlük?

Benim hobilerim arasında, ilk sırada, "kitap okuma" var. Binden fazla kitabım var çeşitli dallarda. Her yıl, hatta her ay kitap alıyorum. Bir hobim de kitap almak desem, yalan olmaz. Her gün, az çok, mutlaka okurum. Az çok derken, bu bilgisayar başında geçirdiğim zamanla orantılı.

Bak! Çeviriverdi başını bu yana! Nasıl da ilgiyle bakıyor ve kulak veriyor söyleşimize sayın Ağaoğlu? Farkında mısın günlük? Bir şey söyleyecek galiba konuğumuz...

- Evet, bir "Karşılaşma"dır okuma. "Karşı olma"dır. "Karşı durma"dır. "Kaçma"dır, "buluşma"dır; "kucaklaşma"dır, "öte kıyıya geçme"dir okuma...
- Teşekkür ederiz efendim... Çay? Kahve?

- Kahve, lütfen! Bakın, yüzlerce kitap alıyor okuyorsunuz; sonra da, okumayı bir "hobi" sayıyorsunuz. Niçin?

- Kalemime öyle geldi. Yoksa...

- Anlıyorum. Bilir misiniz, yaşantıların çoğu kalemden doğar. Benim yaşam karelerimin birçoğu, romanlarımdan alınma karelerdir. Yaşadıklarımı yazmadım ben. Yazdıklarımı yaşadım çoğu kez...

- Çok ilginç!

- Evet, ilginç. Başka ilginçliklerim de var benim. Minarelere bayılırım, söz gelimi.
- Ben de severim minareleri... Camileri. Kutsal mekânları, kim sevmez ki!

- Çeşit çeşit mahallelerde yaşadım. Eski bir Ankara evinde de oturdum, Ankara'nın ilk gökdelen konutunda da. Boğaz'ın ortancalarla süslü bir bahçe katının bile tadına baktım.
Ne var ki, hep, o ince, uzun minarelere benzer bir evin özlemiyle yaşadım. Hiç kimsenin ufkunu kesmez, çevresindeki hiçbir yapının güneşini kapamaz minareler...
Bana bir kent kur deseler, mimarlarıma bütünüyle ince, uzun yapılar çizdirirdim.

- Bu da çok ilginç!

- İyi günler, iyi yazmalar, iyi okumalar diliyorum ben size. Ve günlüğünüzde de başarılar!

- Teşekkürler efendim. Zaman zaman konuğum olursunuz günlüğüme umarım.
- Elbette hanımefendi. Hoşça kalın!


Görüyor musun sevgili günlük beni, nasıl bir heyecan içindeyim?
...
Kitaplığımın büyük bölümü çalışma odamda... Bir bölümü de, salonda bulunuyor. Bilgisayardan başımı kaldırdığım zaman, kitaplarımı görüyorum. Onlara, sevgi ve gururla bakıyorum. Çünkü, çevremde okuma alışkanlığı olmayan, kitaplarla arkadaş olamayan öyle çok insan var ki. Benim kitap sevgim ve okuma alışkanlığım çocukluğumdan geliyor. Mesleğimden dolayı da kitaplarla iç içe oldum.

Kitaplarımın çoğu, edebi romanlar. Klasik dünya ve Türk romanları. Aksiyon romanları, polisiye, hikâye kitapları; araştırma, deneme, anı, şiir kitapları ve tarihi kitaplar. Bir de, çocuk kitapları...

Ben çok beğendiğim bir kitabı, yıllar sonra aynı ilgiyle ve severek okuyabiliyorum. Yani kitaplığımda, ikinci, hatta üçüncü defa okuduğum kitaplar var. Gençliğimde okuduğum bir kitabı, yakın zamanda tekrar okursam, aradaki anlama ve yorumlama farkını da görebiliyorum.


Şu sıralar okumaya başladığım üç kitap var. İlki, 2006'da yılında aldığım, Abdülhak Şinasi Hisar'ın Boğaziçi Mehtapları (anı) kitabı; ikincisi, Adalet Ağaoğlu'nun Karşılaşmalar (deneme) kitabı. 2010 Şubat'ında satın alıp, şu sıra elime aldığım üçüncü kitabımsa, Jean-Philippe Ravoux'nun Varoluşun Anlamı (felsefi inceleme) kitabı...

Bugünlerde, felsefeye merak sardım biraz...
Varoluşun Anlamı'nı okuyorum; yazarı Jean-Philippe Ravoux. Kitapta, Saint-Exupery'nin çocuklar için yazdığı, ancak yetişkinler için olduğu da ileri sürülen Küçük Prens adlı eseri irdeleniyor. İrdelemenin ana başlığıysa: Küçük Prens, "Nasıl 20. Yüzyılın En Büyük Metafizik Öğretisi Haline Geldi?" sorusu...

Felsefeci yazar Ravoux'nun, Küçük Prens'i, Platon ve Descartes'ın eserleriyle karşılaştırarak incelediği Varoluşun Anlamı adlı kitabın tanıtımında, derin ve ışıklı bir kitap olduğu ve aynı zamanda yeni bir "hayat felsefesi" oluşturduğu vurgulanıyor.


Küçük Prens, çocukluğumda severek okuduğum, öğretmenlikle geçen meslek hayatımda da, öğrencilerime tavsiye ettiğim, hatta sınıfta öğrencilerimle birlikte okuduğumuz bir kitaptır. Kitapta yer alan öykünün kahramanları arasında bir çocuk, bir pilot, gül, tilki, koyun ve yılan bulunuyor. Bence de, çocuk edebiyatı alanında, bir başyapıttır Küçük Prens...

Şimdi, elimdeki öbür kitaplara ara verip, tekrar Küçük Prens kitabımı okumak istiyorum. Bu okuma sonrası, kitap üzerine yazılanları daha iyi anlayıp, tahlil edebileceğimi umuyorum.

Hoşça kal, sevgili günlük... Öbür kitaplarla ilgili değerlendirmelerimi de, başka zaman yazarım. ...Yorumlayın-Paylaşın...

Sen Yoksun Ki | C. Sıtkı Tarancı

gün çingeneler gibi göçebeydi ufukta,
çimenler üzerinde yuvarlandığımız gün,
akarsulardı gittikçe kararan boşlukta;
sularda yüzünden yayılan tatlı bir hüzün.

göğe sessizce yükselen ay on dördündeydi;
gece akasya dalında asılı gölgeydi,
bahtiyar başlarımız aynı penceredeydi!


hâlâ o penceredeyim, lakin sular ölgün;
sen yoksun ki vefasız, sularda ay görünsün.

C. Sıtkı Tarancı

...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevda Üçlemesi: Bu Kadar Yürekten

Masmavi, buğulu bir gökyüzü; koyu yeşille kucaklaşmış. Alabildiğine geniş bir caddenin köşesinde, geç işaretinin yanmasını bekliyorum. İki, üç katlı evler ve aynı yükseklikteki ağaçlar âdeta sarmaş dolaş, iç içe...

Her renkten ve ırktan insanlar yanımdan geçip gidiyorlar. Hepsi yabancı, fakat tanıdık geliyorlar nedense. Taşıtlar hızla akıp yolun sonunda gözden kayboluyor. Ne kadar da, geçen günlerimize benziyorlar. Çabuk ve acımasızca geçip giden günlerimize, ömrümüze...
Burası Newyork şehri...
Bu yabancı şehirde, "seninle ve sensizim".
Sakin dış görünüşümün altında fırtınalar kopuyor; kalbim, yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyor. Aklım ve fikrim seninle sevgilim. Seni düşünüyorum, seni arıyorum. Yoksun! Ya da hep benimlesin. Uzaklardan bana gülümsüyorsun ve sanki Ümit Yaşar’ın dizeleriyle sesleniyorsun:

Ne durdurur özleyeni, seveni
Bakarsın ansızın gelebilirim
Bu kadar yürekten çağırma beni...

Gel sevdiğim, aşkım, canım. Seni çok özledim. Benimle, yanımda ol. Zamanımı seninle geçirmek istiyorum. Bu defa yaşanmamışları yaşamak istiyorum. Seni yürekten çağırıyorum. Şairin dediği gibi...

İşte yeşil ışık yandı, yürü diyor. Dimdik yürüyor ve karşıya geçiyorum. O da ne? Gözlerime inanamıyorum. Sensin !
Orada beni bekliyorsun. Sevinçten bir kuş gibi oluyorum âdeta. Elele tutuşuyoruz. Ben, on yedi yaşında bir 'kuzu'; sense, yirmi sekiz yaşında...

Gözlerim, duygularımın dili. Senin de öyle. Bakışıyor ve anlaşıyoruz. Konuşmaya gerek yok.
Ağaçlar, geniş gövdeli asırlık ağaçlar. Dimdik ayaktalar. Yolların iki yanında, evlerin önünde, parklarda ve her yerde. Onlar, insanların ve olayların şahidi. Her şeyi görür ve bilirler. Ağızları ve dilleri olsa, kim bilir neler neler söylerler. Bizim de şahidimiz olun ağaçlar. İzleyin bizi. Biz, birbirimizi seviyoruz tertemiz duygularla.

Yollardan, parklardan uygun adımlarla geçiyoruz el ele, göz göze. Burada, bu yabancı ülkede ve bu yabancı şehirde. Biz rahatız. Herkes de rahat. Alabildiğine yürüyor ve bir deniz kıyısına geliyoruz. Burası, 'Atlas Okyanusu'; banklara oturup denizi seyrediyoruz. Elini boynuma atıyor ve beni kendine çekiyorsun. Başımı omzuna koyuyorum. Güçlü bir omuza dayanmaya ihtiyacım var. Böyle, saatlerce oturabilirim seninle, okyanusun sesini dinleyerek...

Beyaz köpüklü dalgalar sahili dövüyor. Çocuklar çığlık çığlığa dalgalarla oynaşıyorlar. Seni tanımak arzusu ile yanıyorum. Seninle sevinçleri yaşamak istiyorum ve kederi de...
Acıları birlikte yaşayıp, olgunlaşmak istiyorum; seninle olmak istiyorum. Sen tanrıdan bir armağansın bana. Böyle düşünüyorum. Bu boğucu, sıcak günün sonunda, güneş yavaş yavaş ufka yaklaşırken, serin bir rüzgâr yüzümüzü okşuyor. Rüzgârın okşaması ne güzel. Ferahlık veriyor insana.

Aynı anda kalkıyor, kumsala yürüyoruz. Ayakkabılarımız ellerimizde. Sıcak kumlar kucaklıyor ayaklarımızı. Denize doğru yürüyoruz. Dalgalar beyaz köpüklü, dalgalar hırçın. Ayakkabılarımızı kıyıda kumların üzerine bırakıyoruz. Ben eteklerimi topluyorum, sen paçalarını yukarı çekiyorsun. Yine el ele dalgalara doğru yürüyoruz. İşte bir tane geliyor, geliyor ve geldi. Sular ayaklarımızı sonra bacaklarımızı yalıyor. Dizlerimize kadar. Eteklerimi biraz daha topluyorum, ıslanmasınlar diye. Dizlerimin üstüne çıkıyor. Göz göze geliyor ve aynı anda gülümsüyoruz. Ruhlarımız kaynaşmış. Dolu dolu yaşıyoruz bu anı. Denizde, daha ileriye gidiyoruz.

Atlas Okyanusu’ndayım, diye düşünüyorum. Deniz bizimle, biz denizle oynaşıyoruz dakikalarca. Hava karardı. Artık çıkmalıyız. Sana dönüyorum. Yoksun can...
Ellerim bomboş şimdi...

İçim bir hoş oluyor. Terk edilmişlik duygusu, benimle. Hüzünleniyorum. Bu deniz kadar, bu kumsal kadar yalnızım şimdi. Sen var mıydın, yok muydun? Seni, benim hayal gücüm mü yarattı? Yaşadıklarım yalan mıydı?

Hava çoktan kararmış. Birdenbire benim de dünyam karardı.
Seni kaybettim sevgilim. Okyanus, seni benden aldı.

Seni burada bırakıp geri dönmeli miyim? Sen yaşarken, ben ölmeli miyim? Damarlarımı tutuşturan bu aşkı unutup gerçeğe dönmeli miyim?
Gerçekler ne kadar acı da olsa...

"Bu Kadar Yürekten" | İnci Arslan | 28 Temmuz 1999 ...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevda Üçlemesi: Her Aşkın Sonu

Sonsuzluk kadar büyük bir boşluk. Boşlukta tek başına bir insan... Halsiz, çaresiz... Haykırsa sesini duyan olmaz.. Çünkü boşlukta ses yayılmaz.
Biliyor musun ayrılıklar, hep ses getirir derler. Ama bizim ayrılığımız sessiz oldu. Ben senden ayrıldım ve kendimi bir boşlukta buldum. Şimdi ben sonsuzlukta bir küçük zerreyim.

Sen kendini insanların, nesnelerin, seslerin arasında yalnız hissettin mi hiç? Sen kendini koskoca dünyada, bir başına kalmış hissettin mi hiç? Şimdi, ben öyle biriyim işte. Yalnızım, çok yalnızım...

Aslında yalnızlığı hiç sevmem ve alabildiğine korkarım ondan.

İnsanoğlu ömrünce kaç defa gerçek aşkı bulur? Aşkların sürekliliği var mıdır? Yoksa her aşkın sonu ayrılık mıdır? Ben senden ayrılmakla sevgimi, aşkımı yitirdim. Halbuki insanları güzel, canlı ve bağlı kılan aşktır, sevgidir...
Yanlış anlamalar, anlaşılamamalar da, ayrılıkları getirir zaman zaman. Ayrılıklar, ölüm kadar acı ve soğuktur. Ayrılıkları yalnızlıklar izler.

Bizim aşkımızın sonu da ayrılık oldu ne yazık ki. Düşünüyorum da çekişmeli, münakaşalı birlikteliklerden, suskun ayrılıklar çok daha güzel ve huzurlu değil mi? Evet öyle... Bunu şimdi daha iyi anlıyorum.
Sevilen neden sevildiğini bilmezki? Sevene naz, eza, cefa niye?
İnsan haklarının bu kadar gündemde olduğu günümüzde nerede sevenin hakları?

Hayallerim, umutlarım, sevinçlerim, renkli dünyam, aşkım, elveda. Yitip giden sevgimin ardından ağlıyorum. Derinden bir 'ah' çekiyorum, feryadımı duyan yok. Varlığımın ya da yokluğumun farkında olan yok. Bir yitik insanım ben şimdi...

Sen, ey beni en büyük mutluluklardan acılara iten. Sen, beni bir elimden tutup, bir yere vuran. Sen, ey şimdi mazi olan sevgili... Mutlu musun eserinden? Beni kendinden uzaklaştırdın, boşluklara attın. Ben seni değil, sevgimi, duygularımı, yaşadıklarımı özlüyorum şimdi.

İnandığım yalanların için, kendimi bağışlamıyorum. Sen git dilediğin gibi yaşa ve mutlu ol. Ama ben yokum artık. Bitti, bitirdin ve ben de bittim. Biri "Böyle aşk olmaz olsun," demişti. Haklıymış. Sevginle dolu olan kalbimde bir buz kalıbı var şimdi. Üşütüyor içimi.

Elveda biten sevgim, elveda aşkım, elveda bir tanem, tatlım... Sen bana dönmeden, dönemem sana. Asla...

Ayrılık da güzel ve ben sensizliğe alışmak istiyorum. Biraz da sen olmadan, sensiz yaşamak istiyorum. Çok yoruldum ve ben artık dinlenmek istiyorum. Biliyorum, hâlâ seni seviyorum.

Yarın olsun düşünürüm. Seni ve beni, yarından sonra düşünürüm.
Bugün kendimi dinlemek, dinlenmek istiyorum.


"Her Aşkın Sonur" | İnci Arslan | 31 Temmuz 1999 ...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevda Üçlemesi: Kırmızı Gül Demet Demet

Genç adam otelin balkonundan karşıdaki ormana doğru bakıyordu. Karşıda göz alabildiğine uzanan yemyeşil bir deniz gibiydi çam ormanı. Başını öte yana çevirdi. Bu yanda da otelin bahçesi denize doğru uzanıyordu. Sıra sıra palmiye ağaçları, çam ağaçları ve sonunda Akdeniz'in duru mavi suları...

Ara sıra beyaz köpüklü dalgalar, tembelce kumsala uzanıp geri çekiliyordu. Bembeyaz bulutlarla süslü, masmavi gökyüzünde, güneş pırıl pırıldı. Burası, Antalya'da beş yıldızlı bir oteldi. Temiz havayı ciğerlerine çekerken, 'cennet yurdum,' diye düşündü.

Çocukluğunda öğrendiği bir şarkının sözlerini anımsıyordu şimdi:

"En güzel gül benim yurdumda açar / En güzel kuş benim yurdumda öter / Mavi deniz toprağımı kucaklar..."

Hafifçe gülümsedi. Gözleri dalmıştı. Düşünüyordu. Bir güzel kırmızı gül de, onun gönül bahçesinde açmıştı. Ama o, kendi elleriyle koparıp atmıştı o gülü. Dikenleri ruhunu kanatmıştı çünkü. Dikenler, dikenler...
Gülünü çok sevmişti ama dikenine katlanamamıştı işte.

Birbirlerini, bir arkadaş ortamında tanımışlar ve hemen âşık olmuşlardı. Aşkları çok hızlı gelişmişti. Tutkulu ve sıcacık bir aşktı bu. Birbirlerini görmeden, konuşmadan duramaz olmuşlardı.

Bir yıla yakın bir süre, aynı coşkuyla devam etmiş ve hiç bitmesin istediği bu aşk, sonunda onu bıktırmıştı işte. Bir sürü sudan bahaneler öne sürmüştü kendine ve ona. Bunlar pek geçerli olmasa da, geçerli kılmıştı inatla. Kıskançtı hem de çok. Sevimsiz olsa da bu onun huyuydu.

Baştan söylemişti gülüne: "Beni kendinden soğutmak istersen kıskandır yeter," demişti. Bu onun için bir silahtı aslında. Dört elle sarıldığı bir silah...
Fakat gülü bunu anlamamış ya da aldırmamıştı...

Sevgili demişlerdi birbirlerine... Canım, bir tanem, aşkım.
Ölesiye sevmişlerdi birbirlerini.

Ne olmuştu, ne zaman soğuk rüzgârlar esmeye başlamıştı. Bilmiyordu. Arkadaşlarıyla, dostlarıyla konuştuğunu görmüş, duymuş ve kahrolmuştu. Zaman zaman uyarmış ama bir yararı olmamıştı.

O, anlamıyordu. Ne zaman arkasını dönse başka dallarda şakıyordu işte. Bağışlamamıştı onu. Hoş görememişti sevgilisini. Mazeretlerini de dinlememişti. Aslında kendisi âlâsını yapmıştı. İşin doğrusu buydu.

Güzelliğe ve güzele meyli vardı. Kendisiyle ilgilenen kızlara dayanamaz hepsine de mavi boncuk dağıtırdı. Sevgiliye gelince, hayır o böyle bir şey yapamazdı, yapmamalıydı. Arkadaşça konuşmalara bile tahammülü yoktu. Ne zaman hasretle ona koştuysa hep başka başka kişilerle sözde, sohbette bulmuştu onu.

Son benzer bir olay, bu aşka nokta koymasına yetmişti işte. Bir gün onu terk edivermişti. Seni beynimden çıkardım, aşk bitti demişti. Diyebilmişti işte. Seni seviyorum yine ama artık dost ve arkadaşız. O asla kabul etmemişti bunu. Hayır demişti, hayır! Seni çok seviyorum. Benden vazgeçme. Yalvarmıştı; benden vazgeçme. Bu yalvarmalar gururunu okşamış ama asla onu yumuşatamamıştı...

Başka güzellerle, gününü gün ederken izlendiğinin farkındaydı. Tuhaf bir öç alma duygusu kaplamıştı içini. Ne zaman dost meclislerinde onu görse hemen başka hanımlarla ilgileniyor, onlara tatlı aşk sözcükleri fısıldıyordu. Biliyordu ki o bunları görüyor, duyuyor ve yüreğinden vuruluyordu. Emindi yürek yarasının devamlı kanadığına. O da ısrarla kanatıyordu bu yarayı. Çünkü ömründe ilk kez bir kadın onu dinlememişti. Bilerek veya bilmeyerek... Kahrolmuştu öfke, acı ve hırstan. Şimdi sıra ondaydı işte.
Acı verdiğinin farkındaydı ve bundan büyük keyif alıyordu. Bu da bir gerçekti. İçinden taşan öfkeyle daha çok acı çeksin, daha çok yalvarsın istiyordu.

Günler geçmişti. Daha az görüşüyorlar, daha az rastlaşıyorlardı. Galiba yavaş yavaş gülünün sevgisini de kaybediyordu. Bakışlarını üzerinde yakalıyamıyordu artık...

Arkadaş grubuna yeni katılan, entel takılan birinin onunla ilgilendiğini ve kur yaptığını duymuştu. Bana ne diye düşünmüştü; ama, içi 'cızz' etmişti yine de. 'Hani, sen benimdin'. Üzülme sırası, ona gelmişti şimdi.

Onun bu halini gören samimi bir arkadaşı şöyle demişti bir gün:
- Ne demişler? "Birini çok seviyorsan bırak gitsin aslanım. Dönerse sonsuza kadar senindir."
- Ya dönmezse? demişti arkadaşına...
- "O zaman sakın üzülme. Zaten hiçbir zaman senin olmamıştır o."

Gerçek payı vardı bu sözlerde. Doğru söylüyordu arkadaşı...

O günlerde, umulmadık bir şey olmuştu. Bir gün bir alışveriş merkezinde yüz yüze gelmişlerdi. Bir an duraklamışlar ve eskisi gibi sevgi ve tutkuyla bakmışlardı birbirlerine. Sonra selamlaşmışlar ve bir cafede oturup konuşmuşlardı.

Söz, dönüp dolaşıp onlara gelmişti. O, onun kırmızı gülü:
- Sensiz yaşayamıyorum. Seni seviyorum. Unutmak istedim. En azından denedim bunu, olmadı. Beni affet, demişti.

Dinlemiş, hiç sesini çıkarmamıştı. O devam etmişti.
- Senin istediğin gibi olacağım bundan sonra. Söyle, cezam ne zaman bitecek? Beni affet ne olur!
Başını kaldırmış ve gururla gülümsemişti. Demek hâlâ onu seviyordu. Demek hâlâ onu istiyordu. Kendi yüreğinin sesini dinledi bir an... Ben de seviyorum, ben de istiyorum, diye düşündü. Ama çabuk pes etmeyecekti. Biraz daha acı çeksin.
- Yakında Antalya'ya gideceğim. Kararımı orada verir, sana bildiririm...

Kızın umutla bakan gözleri birden bulutlanmıştı. Omuzları öne düşmüştü. Belki de, bu kaçıncı yenilgi diye düşünmüştü. Tokalaşarak ayrılmışlardı. Yirmi gün oluyordu aşağı yukarı.

Şimdi Antalya'daydı işte... Buradan telefon etmiş ve ona son bir şans verdiğini ve mutlulukları için beklentilerinden söz etmişti bir bir. O, canı gönülden söz vermişti teşekkür ederek. Her şeyi bırakarak buraya gelmesini söylemişti. Peki demişti kız, ikiletmeden. Şimdi kırmızı gülünü bekliyordu bu otel odasının balkonunda.

Otelin önüne bir taksi yanaştı. Şoför kapıyı açtı. Genç bir hanım indi. İnce, uzun boylu, sarı saçlı. Elinde kol çantası, bir manken gibi yürüyordu. Siyah bir takım giymişti. İçinde de kirli sarı bir buluz. Muntazam adımlarla resepsiyona yöneldi. Valizini almak için bir komi koşmuştu bile.

O'ydu ve gelmişti ayağına işte...
Genç adamın gözleri gururla parladı.
Kazanmanın o "vahşi " parıltısı gözlerinde ve hazzı yüreğindeydi.

O'na koşmamak için, "Tut kendini yüreğim," dedi kendi kendine. "Sen erkeksin. Ayağına kadar gelsin. Cezası o zaman bitecek." Başını gururla dikleştirdi…

Resepsiyondan telefon edildi; bir ziyaretçisi olduğu söylendi. O da, yukarıya, odasına gönderilmesini istedi. Az sonra kapı tıklatıldı. Kapıyı açtı. İşte o çok sevdiği, özlediği, kıskandığı, ama daima onun olan "kırmızı gülü" kapıda duruyordu. Aşkı, sevgisi gözlerinde toplanmıştı sanki. Kollarını ona doğru uzatmıştı. Yeniden, kımıldamadan gülümsedi ona. Uzun süre göz göze kaldılar.
Gözleriyle, "Seni aldım, kabul ediyorum ama pazarlığımızı unutma. Yaramazlık yok bir daha," demek istiyordu. O da, “Her şey senin istediğin gibi olacak. Ben seninim, sen de benim," diye yanıt veriyordu âdeta.

Kollarını açtı...
Kırmızı gül, büyük bir arzuyla ve özlemle atıldı bu kollara.
Gözleri ve elleri mutlulukla birleşirken, kapıyı arkalarından kapattılar...

"Kırmızı Gül Demet Demet" | İnci Arslan | 05 Şubat 2000


...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim "Murathan Mungan" Şiirleri

AVARA


anımsıyor musun?
bir çetemiz vardı: Vahşi Siyah Atlar
ısmarlama serserilikler yaşardık
kimseye bir şey demeden kaçıp gitmeler gibi
sokaklarda sabahlamak, parklarda yatmak
yabancıları mahalleye sokmamak gibi

Ve bir gün gideceğimiz bir Amerika vardı
herkesin bir Amerika'sı vardı o zamanlar
herkes gece istasyonlarında
kendi Amerika'sını arardı

kısık ışıklı arkadaş odaları
plağın bir yüzünü kaplayan uzun parçalar eşliğinde
kendi rüyalarımıza dalar, dağılırdık
okyanuslar, gemi yolculukları, kanayan ıslıklar

ve dünyanın bütün limanları
önümüzde sessizce uzardı


BİTERDİ PLAK, DİSK BOŞA DÖNERDİ
DÜŞLERİMİZ ÇARPIP GERİ DÖNEN SULARDI ŞİMDİ
BÖYLE ZAMANLARDA İLK SÖZÜ SÖYLEMEKTEN
KAÇINIRDI HERKES
SONRA BİRİ USULCA KALKAR, HERKESE ÇAY KOYARDI
ANIMSIYOR MUSUN?

vahşi siyah atlardık
kentin ışıklı çöllerinde kendi izini arayan
deri ceketlerimize sığdıramadığımız düşlerimiz kadar
âşık ve düşmandık
dünya acıtırdı bizi. her şey kanatır, her şey yaralardı
sevişmek çekip çıkarmazdı bizi derinliğimizden
öfkemizi dindirmezdi hiçbir şey
geceleri uyuyamayan çocuklardık,
otobüs garlarında uzun maceralara umarsız
apansız yolculuklara çıkardık

uykulu kentlere girerdik gece yarıları
ıssız ağaçlar olurdu yol kenarlarında
gökyüzünde parlak yıldızlar, her yere aynı uzaklıkta
sarhoş bindiğimiz otobüsün penceresinden
sanki bambaşka bir dünyaya bakardık
sonra saklayarak yüzümüzü birbirimizden
yumruklarımızı sıkar sessizce ağlardık
ışığı açık kalmış pencerelere, kepengi örtülü dükkânlara,
yaz bahçelerinden taşan çiçeklere,
adını bile bilmediğimiz bu kente
neye olduğunu bile bilmediğimiz bir hasretle
uzun uzun bakardık
anımsıyor musun?

ahh o gece yolculukları
bir başka kentte, bir başka insan olmanın umutları
kaç yol arkadaşı kaldı şimdi geriye
gençliğin ilk acılarını birlikte keşfettiğimiz
kaç yol arkadaşı?
sürüyerek götürdüğümüz dargın beraberlikleri saymazsak
ne kalıyor elimizde?
ölenler,
terk edenler,
bir de telefonları, adresleri, kendileri değişenler

vahşi, siyah atlardık; yılkıya bırakıldık
içimizden kimse gidemedi Amerika'ya
kendi Amerika'sı da olmadı hiçbirimizin
yağmur aldı
rüzgâr aldı
zaman aldı
o vahşi siyah atları
her şey o eski rüya da kaldı

çarpıp geri dönen düşlerimizin üstünde
çürümüş cesetleri yüzüyor şimdi vahşi siyah atların
öldükleri sahilleri kendileri de bilmiyorlar
peki sen anımsıyor musun?


KIRILGAN


Kırılgan bir çocuğum ben
Yüreğim cam kırığı
Bütün duygulardan önce
Öğrendim ayrılığı
Saldırgan diyorlar bana
Oysa kırılganım ben
Gözyaşlarım mücevher
Saklıyorum herkesten
Ürküyorlar gözümdeki ateşten
Ürküyorlar dilimdeki zehirden
Ürküyorlar o dur durak bilmeyen
gözükara cesaretimden
Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum,
Bir yanı çılgın dağ doruğu.
Oysa böyle yapmasam ben
Nasıl korurum içimdeki çocuğu?
Bir yanım çılgın nar ağacı
Bir yanım buz sarayı.


YAZGI-1


insanlar
ya ölürler ya terk ederler bizi
yalnızlık
yalnızca yalnızlık çizer kaderimizi


AŞK YENİDEN


Aşk yeniden

Akdenizin tuzu gibi
Aşk yeniden
Rüzgârlı bir akşam vakti
Aşk yeniden
Karanlıkta bir gül açarken

Aşk yeniden
Ürperen sahiller gibi
Aşk yeniden
Kumsalların deliliği
Aşk yeniden
Bir masal gibi gülümserken

Gözlerim doluyor
Aşkımın şiddetinden
Ağlamak istiyorum
Yıldızlar tutuşurken
Gecelerin şehvetinden
Kendimden taşıyorum

Aşk yeniden
Bitti artık bu son derken
Aşk yeniden
Aynı sularda yüzerken
Aşk yeniden
Rüya gibi bir yaz geçerken

Aşk yeniden
Unutulmuş yemin gibi
Aşk yeniden
Hem tanıdık, hem yepyeni
Aşk yeniden
Kendini yarattı kendinden



ATEŞTE UNUTULMUŞ FERMAN


sınar
kendi külünde söner bütün rüzgârlarına yazıldığın akşam

ateş tadında kum tadında kalarak
derinleştirir bazı ayrılıkları zaman

al ağrını git burdan
en uzun eylülü ömrümüzün

uyutmuyor seni ne kömürleşmiş bu gurur
ne göğsündeki kaplan

seçilmiş taş milyonlarca taş arasından
başını vurduğun
çok gençti genç olmak için bile
kendi zamanına muhtaç
kendiyle dargın

daha yolun başında görülüyordu
menzilindeki noksan

ömrünce sızlayacak
kayıplar sarayında ateşte unuttuğun ferman.


EYLÜL RÜBAİ


eylüle girdim eylüle girdim
her ömrün bir eylülü vardır
onca yaşadım
şimdi bildim


SEVGİLİM...


Sevgilim,
yetimim benim,

aylar nasıl geçiyor zaman hiç geçmezken

kapılar kapalı, dünya buzlu cam
uyuşmuş gözlerimin önünde
hayat akıp gidiyor hiç kımıldamadan

ikimizin yerine dinliyorum
sevdiğin şarkıları
siyah tişörtünü giyiyorum yatarken
gömleklerini, kazaklarını, kokunu
senin rüyalarını görüyorum ölür gibi uyurken
gün boyu elimde kahve fincanı

kapıyı açmıyorum
telefonlara çıkmıyorum
başını bekliyorum geleceği olmayan hatıraların

Sevgilim,
yetimim benim,
nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata
öldüğünden haberi yok fotoğraflarının
...Yorumlayın-Paylaşın...
Related Posts with Thumbnails