Zafer Bayramı

Bugün, yalnızca Türkiye'nin değil, bütün dünya tarihinin akışını değiştiren Dumlupınar (Büyük Taarruz) Savaşı'nı 30 Ağustos 1922'de kazanarak büyük zafere ulaşışımızın 88'inci yıldönümü.

Kendini esir etmek isteyen düşman güçlere karşı, kadınıyla, çocuğuyla, ordusuyla büyük bir savaş veren ulusumuz, kazandığı bu önemli savaşla büyük bir 'kurtuluş destanı' yazmıştır.

Bu mutlu günün yıldönümünde, bu zaferi bize yaşatan Atatürk'e, silah arkadaşlarına ve kahraman ordumuza şükran, minnet ve saygılarımızı sunuyoruz.
Zafer Bayramımız hepimize kutlu olsun...
Zafer Bayramı anısına, günün anlamına uygun bir demet şiir sunuyorum.

Bu Vatan Kimin?


Bu vatan, toprağın kara bağrında
Sıradağlar gibi duranlarındır;
Bir tarih boyunca, onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir...

Tutuşup: kül olan ocaklarından,
Şahlanıp: köpüren ırmaklarından,
Hudutlarda gaza bayraklarından,
Alnına ışıklar vuranlarındır...

Ardına bakmadan yollara düşen,
Şimşek gibi çakan, sel gibi coşan,
Huduttan hududa yol bulup koşan,
Cepheden cepheyi soranlarındır...

İleri atılıp sellercesine,
Göğsünden vurulup tam ercesine,
Bir gül bahçesine girercesine,
Şu kara toprağa girenlerindir...

Tarihin dilinden düşmez bu destan:
Nehirler gazidir, dağlar kahraman,
Her taşı bir yakut olan bu vatan,
Can verme sırrına erenlerindir...

Gökyay'ım ne yazsan ziyade değil,
Bu sevgi bir kuru ifade değil,
Sencileyin hasmı rüyada değil,
Topun namlısında görenlerindir...

Orhan Şaik Gökyay


Akdeniz'e Doğru

Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık cumhuriyeti...

Sakarya'dan su içen o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış, yılmaz bir avuç erle,

"Hedef Akdeniz, asker!" diyen parmağa koştuk;
Zafer bahçelerinden gül koparmaya koştuk.

Yol gösterdi göklerden bize binlerce yıldız,
Kıpkızıl ufuklardan taştı al bayrağımız;

Koştuk aslanlar gibi kükreyip dağdan dağa,
Canavarlar dişinden vatanı kurtarmaya...

Vahşetlere dikilmiş gözlerimiz dumanlı,
Hürriyete susamış yanık bağrımız kanlı;

Çılgınca atılarak şanlı Dumlupınar'a,
Süngümüzden şan verdik coşkun yıldırımlara...

Sakarya'dan su içen o çelik süngülerle,
Yuvaları dağılmış, yılmaz bir avuç erle,

Eğilmez başımıza taç yaptık hürriyeti,
Zaferle kalbimize yazdık cumhuriyeti...

Ömer Bedrettin Uşaklı


Akdeniz'e

26 Ağustos, gece sabaha karşı,
Topların çelik ağzı çaldı bir hücum marşı.

Bu ölüm bestesinin içinde yandı dağlar,
Alt üst oldu siperler, eridi demir ağlar.

Fırtınadan yeleli, yıldırımdan kanatlı,
Alevlerin içinden geçti binlerce atlı.

Çığlıkla, iniltiyle sarsıldı, köşe bucak,
Savruldu gökyüzüne: kafa, kol, gövde, bacak!

Rüzgârlarla atbaşı yarış etti bu akın,
Şimdi yakınlar uzak, şimdi uzaklar yakın!

Akdeniz, ayakları altında ordumuzun,
Mavi bir atlas gibi serilmişti upuzun.

Çekti Kadifekale albayrağını yine,
Güzel İzmir büründü yine eski rengine.

Süngüler ilk amaca tam on dört günde vardı,
O gururlu alınlar yere düşüp yalvardı.

Yusuf Ziya Ortaç



30 Ağustos

Otuz Ağustos...
Ufukta bir duman, bir toz.
Türk süvarisi yürüyor; uzakta,
Top sesleri homurdanmakta.
Köpük içinde, tere batmış atlar...
Bunlar at değil.
Ayaklı kanatlar.

Sisli tepelerde gölgeler boğuşuyor
Gölgeler düşüyor, kalkıyor, koşuyor
Süngüler parlıyor,
Eziyor, vuruyor;
Mehmetçik yeni Türkiye'yi yoğuruyor.
Bir sürünün dağılışı.
Boğulan bir boğazın kısık nefesi...

Bir el, Akdeniz'i gösteriyor.
Bir el ki, bütün cihana bedel.
Uçuyor atlar, köpüklü kanatlar.
Kaçıyor gölgeler,
Eriyor mesafeler...
Dokuz Eylül, İzmir,
Sanki bir gelincik tarlası,
İki sevgilinin kavuşması,
Gözler yaşlı, denizler sapsarı,
Sevinç içinde çırpınıyor, Akdeniz'in dalgaları.

Server Ziya

Akdeniz Kıyılarında

Yaslı gittim, şen geldim,
Aç koynunu ben geldim,
Bana bir yudum su ver,
Çok uzak yoldan geldim.

Korkma, açıl! Şen yurdum,
Dağlara ordu kurdum;
Açık denizlerine,
Süngümle kilit vurdum.

Rüzgârlardan atım var,
Şimşekten kanadım var,
Göğsümde al yapılı,
Gazilik beratım var.

Rüzgâr bana at oldu,
Şimşekler kanat oldu,
Eğilin gökler dedim,
Bulutlar kat kat oldu.

Irmaklar gibi taştım,
Yalçın kayalar aştım,
Hakk'a şükürler olsun,
Geldim sana ulaştım.

Varsın, yansın ocağım,
Kurtuldu al sancağım,
Bayrağımın altında,
Ben hür yaşayacağım.

Deniz, deniz, Akdeniz!
Suları berrak deniz,
Karşıda yâr ağlıyor,
Gideyim, bırak deniz!

Açıldı Kale yolu,
Göründü Gelibolu,
Bırak beni gideyim,
Orası yârla dolu.

Yürü ey şanlı Gazi!
Kılıcı kanlı Gazi!
Meriç seni bekliyor,
Büyük ünvanlı Gazi!

Samih Rifat



Bayrak

Rengini kanımdan alan bayrağım
Atamdan yadig
âr kalan bayrağım
Gözüme, gönlüme dolan bayrağım
Selam sana halden, maziden selam

Ne güzel bayram bu, ne büyük seyran
O güzel rengine hayranım hayran
Yoluna bir değil, bin canım kurban

Ey mavi göklerin süsü, gururu
Ey cennet yurdumun sönmeyen nuru
Uçarken Türklüğün kalbine doğru
Al, götür gönlümü o kutlu yere
Çatma gül çehreni ne olur bu kutlu ere.

Kadir kıymetini bilmedim mi ben?
Senin için ağlayıp gülmedim mi ben?
"Öl," dedin de sanki ölmedim mi ben?

Sevgimi, aşkımı anla bayrağım
Dalgalan şerefle şanla bayrağım
Nazlı bakışından ilham alarak
Sana şiir yazdım ey güzel bayrak
Yüreğim ne biçim çarpıyor bir bak

Vurgunum ezelden ay yıldızına
Altında toplanan oğul kızına.

(?)



...Yorumlayın-Paylaşın...

Bir Anı | 17 Ağustos 1999 Marmara Depremi

Kadın hızla yataktan fırladı. Gece yarısı onu uykusundan uyandıran neydi. Birden, bir sallantının ortasında bulmuştu kendini. “Ne oluyoruz,” diye düşündü...
Ne oluyordu? Bir yandan uyku sersemliğini üstünden atmaya çalışıyor, bir yandan da hızlı bir şekilde düşünüyordu. Yer sarsılıyor. Deprem! ”Oğlum, eşim!.. Hemen aşağıya inmeliyiz. Üstüm başım...”
Salonda uyumuştu. Hızla yatak odalarına yöneldi. Hem yürüyor, hem de oğluna ve eşine sesleniyordu.
— Serkan, Ahmet!
Yer sanki ayağının altından kayıyordu. Kalbi de bedeninden ayni şekilde fırlayacakmış gibi atıyordu. Derinden derine bir çatırtı sesi duyuldu. Sanki yerin altı inliyordu. Uğultu ve sallantı devam ederken evin içinde devrilen eşyaların sesi geldi. Ayni anda Ahmet Bey ve oğlu Serkan odalarından koridora çıktılar. Oldukları yerde birbirlerine baktılar. Gözgöze geldiler. Ayni anda ayni şeyi düşündüler. Kirişlerin altı!
Kirişlerin altında durmak lazım. Sarsıntı çok şiddetli... Aman Allah’ım ev âdeta bir ileri bir geri gidiyor. Yıkılacak, yıkılacak!.. Dayanmıyacak galiba...
Onlar kirişlerin altında âdeta donmuş gibi dururlarken ev beşik gibi sallanıyordu...
Evin dar koridorunda üç yetişkin insan, üç ruh, üç nefes sessizce kâbusun bitmesini beklediler. Çok uzun gelen bir zaman sürecinden sonra, nihayet sarsıntı durdu. Hemen el feneri, anahtar ve bir ceket alındı. Aynı anda elektrikler kesildi. El fenerinin yardımıyla hızla aşağı indiler. Karanlıkta merdivenler hem yüksek, hem çok fazla görünüyordu. Apartman sakinleri ayni anda dairelerinden çıkmış olsa gerek yoğun bir trafik var merdivenlerde...
Sonunda kendilerini zifiri karanlığın içinde buldular. Oh! Nihayet açık havadaydılar.

Her yer karanlık ve garip bir sessizlik hüküm sürüyor. Oldukları yerde hiç kımıldamadan kendilerini, birbirlerini ve sessizliği dinliyorlar. Birdenbire karanlığı yırtan bir ses duyuldu:
Ah! Ahh! Ahhh!
Birine bir şey oldu, ama ne? Karanlıkta çığlık atan adamın sesini dinliyorlar şimdi... Sessizlikte, yeniden sesler yükseldi:
Ah! Ahh!
Kim bu?
Ah! Ahhhh!
Ses karşıdan geliyor.
Yahu yardım edin adama!

Onlar kımıldamadılar, kımıldayamadılar ama komşu Hulusi Bey o tarafa doğru seğirtti. Karanlıktan bir takım sesler geliyor şimdi, bir kuyudan çıkar gibi...
Ayağım...
Ahh! Ahhhh!
Bir araba yok mu? Hastaneye gitmesi lazım...
Aniden sesler çoğaldı. İnsanlar üzerlerine serpilen ölü toprağından aynı anda kurtuldular sanki... Sokaktaki arabalar, evlerin yıkılma ihtimaline karşı arsaların kenarına çekiliyor. Farların aydınlattığı yolda koşuşan bacaklar, kaçışan insanlar... Kurtulma iç güdüsü bu...
Aman Allah’ım! Bu nedir? Alevler...
İlerde yangın var!
Ne depremdi ama... Hepimize geçmiş olsun.
Geçmiş olsun... Uzun sürdü. Mutlaka bir şeyler olmuştur bir yerlerde...

Bir komşu, minibüsüyle yaralıyı alıp hastaneye götürdü. Yeni gelenler birbirlerine soruyorlar:
Ne olmuş? Ne olmuş?
Karşı apartmandan bir adam... Kaçayım derken apartımanın cam kapısına çarpmış. Kırılan camlardan ayağı kesilmiş... Çok kan kaybediyordu, hastaneye götürdüler...

Komşuların içi rahatladı. Neyse, adam hastaneye kaldırılmış. Orada, gereken yapılır diye düşünüyorlar. Artık kendi işimize bakalım. Gözler karanlığa alıştı. Herkes sokağı boşaltıyor şimdi... Yan taraftaki arsaya gidiyorlar.
Ahmet Bey ve ailesi de yan taraftaki arsaya gittiler. Kaldırım kenarına oturdular. Apartman sakinleri birbirlerinin yakınındalar... Çocuklar ana ve babalarına iyice sokulmuşlar, uykulu uykulu etraflarına bakıyorlar.

Her kafadan bir ses çıkıyor:
Ben uyuyordum, ne olduğunu anlamadım. Bir de baktım ki deprem oluyor.
Ben de uyuyordum. Annem uyandırdı.
Saat kaçta oldu deprem?
Tam 3.02'de. Hemen saate baktım.
Çocuklar çok korktular...
Allahım sen koru bizi! Yarabbim...

Karanlıkta sağa sola gidenler. Arabalarını kaldırım kenarına park eden insanlar... Korkudan birbirine sokulan insanlar. Ağlayanlar, ağlayanlar...
İtfaiyenin siren sesleri... Ne çok itfaiye aracı gidiyor. Yangın büyüdü. Alevler karanlığı yararak gökyüzüne çıkıyor...

Bir araba geldi, yanlarında durdu. İçinden çıkan orta yaşlı bir bey önce apartmana baktı. Apartman karanlıkta bir heyulâ gibi gözüküyor ve yerli yerinde duruyordu. Yaşlı bey, heyecanla sordu:
Metin nerede? Metin nerede?
Hangi Metin?
Metin Şen!
Bilmiyoruz. Buralardadır. Bir şeyimiz yok.
Siz nerden? Sizde bir şey var mı?
Ben Avcılar Şükrü bey... Hiç sormayın. Karşımızdaki apartman çöktü. Beş kat birden. Sadece en üst kattan iki kişi çıktı...

İnsanlar korkuyla başlarını çevirip konuşan adama sokuldular... Yürekleri taş kesilmiş... Beyinleri söylenenleri algılamak için uğraşıyor sanki...
Ya! Eee...
Yaa... Enkazdan 'İmdat! Bizi kurtarın,' diye sesler geliyor. Çok karanlık... Yapılacak bir şey yok...
Ellerini iki yana açıyor, çaresizcesine...


Herkes felâkete uğrayanlara acıyor ve “Çok şükür bizim bir şeyimiz yok,” diye düşünüyor.
Yine eski yerlerine dönüyorlar. Yıkılan evi ve enkaz altında kalanları unuttular bile... Onlar şimdi kendi durumlarını düşünüyorlar. Yeni bir deprem olacak mı diye bekliyorlar. Yürekleri “pıt, pıt, pıt “ çarparak...
Arabaların radyoları dinleniyor merakla... İşte beklenen haber:
İstanbul’da saat 3.02’de şiddetli bir deprem olmuştur. Deprem 45 saniye sürmüştür. Depremle ilgili haber merkezimize gelen bilgileri anında size ulaştıracağız...

Kadın içinden tekrarladı. 45 saniye. 45 saniye haa!..
Halbuki birkaç dakika gibi gelmişti. Korku muydu bu uzun süre sallandı intibaını veren?
Kadın oturduğu yerden etrafını izlemeye ve haberleri dinlemeye devam etti her saat başı... Yeni gün nelere gebe, diye düşündü. Neler oldu bu gece... Sabah ola, hayır ola...
Merak ediyordu bir çok şeyi. Zaman zaman artçı sarsıntılar devam ediyor. Ama bunlar ilk sarsıntı kadar korkutmuyor. Çünkü hem dışarıdalar, hem de emniyetteler bu açık arazide...

Ama cep telefonları çalışmıyor. Haberleşme yok ne yazık ki...
Sinir bozucu uzun bir bekleyişten sonra ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı. Etraf yavaş yavaş seçilmeye başladı. Güneş ufuktan yükselirken altın ışıklarını yer yüzüne saçıyordu. Gerçeklerin su yüzüne çıkma zamanı gelmişti artık...

Saat 6.00’da eve girdiler. Onlar yeni girmişti ki bir sarsıntı daha oldu. Bu ilki kadar şiddetli değildi. Bu sefer dışarı çıkmadılar. Elektriklerin gelmesini beklediler. Elektrikler geldi. Televizyonu açtılar. Her kanalda deprem haberleri ve görüntüleri... Deprem, çok geniş bir alana yayılmış.

Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova ve İstanbul-Avcılar en çok zarar gören yerler... Bu büyük bir felâketti. Yaşanan dehşetin görüntüleri yürek sızlatıyor. Enkaz, enkaz, enkaz yığınları...
Altında çıkarılmayı bekleyen binlerce yaralı ve ölü insan...
Kırk beş saniye süren güçlü bir tokadın izleri ve sonuçları bunlar... Görüntüler korkunçtu.


Aile fertleri oturdukları kanepede arkalarına yaslandılar ve birbirlerine baktılar üzüntü dolu gözlerle... 'Allahım sen yardım et felâketzedelere,' dedi kadın.
Sonra, hepsi birden derin bir soluk aldı. Bu solukta, ucuz kurtulmanın ve yaşıyor olmanın sıcak sevinci gizliydi sanki...
Her şeye rağmen hayat güzeldi ve yaşanmaya değerdi...

İnci ARSLAN 20.09.1999 İstanbul


17 Ağustos 1999 Marmara depreminde
hayatını kaybedenleri saygıyla anıyorum...
...Yorumlayın-Paylaşın...

Hayırlı Ramazanlar

Ramazan ayı ve oruç insanın nefsiyle hesaplaşmasıdır. Şöyle ki; insanlar sabırla sınanır. Dilimize, midemize ve elimize sahip olmaya çalışırız. Nefsimiz terbiye olur. Öğreneceğimiz çok şey vardır bu ayda. Aç kalmanın insanı derinden etkiliyebileceğini anlarız. Bu ayda bir içe açılma, sessizlik, manevi ufka yönelme yaşanır. Bu kutlu ayda, bir mümin olarak üzerimize düşen vazifeleri yerine getirip getirmediğimizi sorgularız

Kur'an-ı Kerim de Oruçla İlgili Ayetler:

Ey îman edenler! Sizden önceki (ümmet)lere yazıldığı gibi, sizin üzerinize de oruç tutmak yazıldı (farz kılındı). Olur ki bu sâyede takvâya erersiniz.
Bakara - 183

- (Farz kılınan oruç) sayılı günlerdir. Sizden kim, (o günlerde) hasta veya seferde ise, tutamadığı günler sayısınca başka günlerde (oruç) tutar. (İhtiyarlığından veya tedâvisi mümkün olmayan bir hastalıktan dolayı) oruç tutmaya gücü yetmeyenlere, (her güne karşılık) bir yoksulu (sabah-akşam) doyuracak bir fidye vermesi (gerekli)dir. Kim de gönülden gelerek (daha fazla) bir ihsanda bulunursa, bu, onun için daha hayırlıdır. Bununla beraber (zor da olsa), (işin önemini) bilirseniz, oruç tutmanız, sizin için daha hayırlıdır.
Bakara - 184

- (O sayılı günler) Ramazan ayıdır ki, Kur'ân; insanlara hidâyet (doğru yol) rehberi, doğru yolun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak onda(ki Kadir gecesinde) indirildi. Sizden kim (mâzereti olmaksızın) bu ay(ın ilk hilâlin)e erişirse/görürse hemen orucunu tutsun, kim de hasta veya seferde (olup da yer) ise, tutmadığı günler sayısınca (câiz olan) başka günlerde (orucunu kazâ etsin). Allah sizin hakkınızda kolaylık ister, zorluk istemez. Bu da, o sayıyı (kazâ ile) tamamlamanız ve size yol göstermesine karşılık Allah'ın yüceliğini tanımanız içindir. Olur ki (düşünür de) şükredersiniz.
Bakara - 185

Oruçla İlgili Hadisler:

- İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah"tan başka ilah olmadığına ve Muhammed"in O"nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe"ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak.
(Tirmizi, İman 3, (2612))


- Ramazan ayı girdiği zaman cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları kapanır ve şeytanlar da zincire vurulur.
(Müslim, Sıyam 2, (1079))

İslam beş esas üzerine bina edilmiştir: Allah"tan başka ilah olmadığına ve Muhammed"in O"nun kulu ve elçisi olduguna şehadet etmek, namaz kılmak, oruç tutmak, Kabe"ye haccetmek, Ramazan orucu tutmak.
(Buhari, İman 1; Müslim, İman 22 )


- Oruç perdedir. Biriniz birgün oruç tutacak olursa kötü söz sarfetmesin, bağırıp çağırmasın. Birisi kendisine yakışıksız laf edecek veya kavga edecek olursa "ben oruçluyum!" desin (ve ona bulaşmasın)
(Müslim, Sıyam 164, (1161))

-Oruç tutunuz, sıhhat bulunuz.


Tüm müslümanların ramazan_ı şerifini kutlar, hayırlara vesile olmasını dilerim.





...Yorumlayın-Paylaşın...

Sevdiğim "Bekir Sıtkı Erdoğan" Şiirleri

Yurtdışında yaşayan biricik kardeşim Kamil'e ve okurlarıma armağandır bugün sunacağım Bekir Sıtkı Erdoğan şiirleri. Kamil kardeşimin en sevdiği şiirle başlıyorum.

Marya

Sustu Another Life gazinosu
Sustu şarkılar,
Paletimde renk sustu, fırçamda şekil
Ve bu gece ilk defa şimal körfezinde
Sustu Peramos'un mazgallarından
Şehre pancur pancur dökülen arya,
Artık ne tayfalar mevcut, ne komondoslar,
Ne o kor tenli, kızıl saçlı kanarya.

Bu medar ikliminin tenha gecesinde
Sardı bambu kamışlarını pişman bir sükut
Sardı bu sizi.
Hani birdenbire bazen bütün etrafımızı
Sapsarı bir şüphe sarar ya
İşte öylesine berbat bir hal var.

Hiç bir şey düşünmek istemiyorum, hiç bir şey
Ama dördüncü tarassut kulesinde
Bir şüpheli sinyal var.
Hayır hayır yalan bütün bunlar
Artık ne kadere inanıyorum ne fala
Yalan söylüyor o falcı kadın
O hintli parya.

Ben yanlız sana inanıyorum
Yanlız sana, MARYA...

Beni kahrediyor böyle geçen her gece
Bu hoyrat yıldızlar, bu su, bu okyanus, bu yer
Ve gökyüzünde emanet duran
Şu asma fener.
İnan ki sevgili MARYA
Ne varsa hepsi yalan, hepsi keder
Ve hepsi omuzumun üstünde çaresiz bir yük
Ve hepsi angarya.

Biliyorum bu sabah güneşle beraber biliyorum
Bir vapur demirleyecek bu nankör limanda
Pol'un ebedi matemine rağmen
Virjini olabilirdi bu vapurda
Ama sen yoksun biliyorum sen yoksun.
Baharda geleceğim diyordun hani
Haydi gel daha ne bekliyorsun
İşte mevsim bahar ya.

Fırçam neden boyle titrer bilir misin ?
Ve neden resimlerimde fon sapsarı.
Anlıyorsun değil mi yavrum
Bütün kağıtlara sinmiş anlıyorsun
Bu tropikal zehir,
Bu müzmin malarya,

Sensiz nasıl da boş iskele,
Sensiz nasıl da tenha şehir
Müfreze nöbetçilerinin gözü önünde
Koydan yıldızları çalmışlar bir bir,
Yine de birkaç çımacı, birkaç palikarya.
Ama kim düşünür yıldızları,
Yüzbaşı Arnold'u vurmuş yerliler
Matemler içinde tekmil batarya.

Bu insanlar, bu gök, bu deniz, bu yer
Birer birer kaybolmaya mahkum, birer birer
Biz ki çoktan bu sapsarı hasret içinde susuz
Biz ki çoktan beri kaybolmuşuz.
Nasıl? Ağlıyor musun MARYA?..
Sil gözlerini, sil yavrum
Bizim yokluğumuzdan ne çıkar
Aşkımız var ya...


Adak


Ve yıllardan sonra sevgili Marya,
Gökyüzü simsiyah,
Yeryüzü ak pak,
Bir yolun düşerse Enadırlayf'a;
Zaman, gözlerimden çoktan çözülmüş,
Mesafe avcumdan kaymış olacak!

Ama bu şiirler, böyle perişan,
Böyle darmadağın, bir mezat vakti!
Sakın ortalarda kalmasın bu hak,
Bu öksüz kurbanlar sevgili yavrum,

Hep sana armağan,
Hep sana adak…


Kışlada Bahar

Kara gözlüm, efkârlanma gül gayrı!
İbibikler, öter ötmez ordayım.
Mektubunda diyorsun ki: 'Gel Gayrı!'
Sütler kaymak tutar tutmaz ordayım.

Ah çekerim resmine her bakışta!
Bir mahsunluk var o boyun büküşte.
Emin ol ki, her sigara yakışta,
Sanki, duman tüter tütmez ordayım...

Mor dağlara, karargâhlar kurulur;
Eteğinde bölük bölük durulur...
On dakika istirahat verilir;
Tüfekleri çatar çatmaz ordayım!..

Dağlar taşlar bu hasretlik derdinde;
Sabır, sebat etmez gönül yurdunda!
Akşam olur, tepelerin ardında,
Daha güneş batar batmaz ordayım...

Aramıza dağlar girmiş koskoca!
Meraklanma, gönlüm dağlardan yüce...
Bir gün değil, beş gün değil, her gece,
Yatağıma yatar yatmaz ordayım...

Bahar geldi; koyun, kuzu koklaştı,
İki âşık, senelerdir bekleşti...
Kara gözlüm, düğün dernek yaklaştı;
Vatan borcu biter bitmez ordayım!..


Güz Düşünceleri

Bu sabah gökyüzü daha bir yorgun,
Daha bir dumanlı,
Daha bir derin!
Şu anda, omzumdan tanıdık bir el,
Tutup silkelese şöyle bir güzel,
Kurtulsam yükünden düşüncelerin!


Suda Ayak İzleri

Önce bir deniz düşer aklıma
Masmavi bir şarkı başlar derinden.
Sonra yosun kokan ıslak bir rüzgâr;
Saf saf, serin serin gelir,
Rüzgârda lirik fısıltılar,
Rüzgârda ilkbahar sahillerinden
Müjdeler taşıyan sözlerin gelir!

Açılır hayale kıvrak bir yelken,
Çözülür dolaşır mısralar bir bir.
Ve sen gelirsin uzaklardan sen;
Hani o en yitik efsanelerden
Ta ruhuma gülen gözlerin gelir.

Çocuksu bir umut karışır tuza,
Tüm katı gerçekler çözülür, erir.
Kıyıdan bir gölge uzar sonsuza
Yasaklar, incecik bir geçit verir;
Üzerinden ürkek, belli belirsiz

Üzerinden kaçak yakamozlarla
Bana doğru ayak izlerin gelir.


Yağmurda Unutulan Şarkı

Önce bir yağmur bir yağmur iki gözüm...
Önce ıpıslak iki kuş!
Sonra yıkılmış evrenler geçti vitrinlerden,
Sonra insanlar iki gözüm!
İnsanlar,
Kahrolmuş!...

Islak senaryolar üstüne ta iç boşluktan,
Boyut boyut yalnızlıklar ağıyordu...
Öksüz anılar üstüne iki gözüm!
Kırık ikindiler üstüne,
Kuşkulu bir yağmur yağıyordu...

İkişer üçer yitiriyordum seni kavşaklarda,
Yollar ayak bileklerime dolanıyordu hep,
Taş taş çöküyordu en kutsal yapılar...
Yüzler karanlıktı iki gözüm!
Düşünceler dar,
Bir geçit bulamıyordum sana,
Ellerim yordamlarını yitirmişti üstelik,
Hep yabancıydı çaldığım kapılar!...

Oysa ki, son çağrımdı bu ta can köşemden!
Oysa yürek yürek son yeşermemdi,
Çağ çağ, kanat kanat, sevgi, ışık, nur...
Ah sonra o yağmur iki gözüm!
Ah sonra o,
Yağmur!...

Şimdi,
En kırık vaktidir uzak inbatların...
Öykümüzün en yaralı yerinden,
Damlar yüreğime ılık bir sızı!
Sonra birden duyar gibi olurum,
Hoyrat yağmurlar altında,
Martı çığlıklarına karışıp giden
Çocuksu şarkımızı...

Bekir Sıtkı Erdoğan
...Yorumlayın-Paylaşın...

Hayatın Gerçeği

Sabah ezanı okunuyordu. Ayşe Hanım gözlerini açtı ve yattığı yerden kulak kabarttı. İçinden müezzinle birlikte aynı sözleri tekrarladı. Ne güzel okunuyordu. Ezan sesi, her duyuşunda içini tarifsiz bir sevinçle dolduruyordu. Ses kesilince “Namaz uykudan hayırlıdır,” diyerek doğruldu. Kalktı, banyoya geçti. Abdest aldı, namazını kıldı. Secdeye her başını değdirdiğinde Allah’ın huzuruna varmış gibi oluyordu. Namazını bitirdi. Avuçlarını açıp verdiği nimetler için Allah’a şükretti.
Mutfağa geçti. Çaydanlığa su doldurarak ocağın üstüne koydu ve altını yaktı. Şöyle bir etrafına baktı. Her zamanki günlük işleri onu bekliyordu. Kafasında yapacağı işleri planladı. Böylece zamandan kazanıyordu. Kahvaltı hazırlanırken çocuklar uyandırılacak. Eşi, kendi uyanır ama giysileri hazırlanacak. Kızı işe uğurlanacak. Oğulları okula gidiyorlar. Bakalım bu sabah kaç defa duyacak şu yakınışları:
- Anne, bakar mısın temiz gömlek istiyorum.
- Anne, çoraplarımı bulamıyorum.
- Anne, biraz gelir misin? Babamdan harçlık alırken biraz fazla al. Arkadaşlarla sinemaya gideceğiz.

Yüzüne buruk bir tebessüm yerleşti. Artık kendi işlerini kendileri görecek yaştaydılar. Ama hâlâ ondan yardım bekliyorlardı. Kendisi mi yumuşaktı, iyi mi yetiştirememişti çocuklarını bilmiyordu.

Kızı bir bankada çalışıyordu. Artık yirmi beş yaşına gelmişti. Evlenmesini istiyordu. Torunları olsun, onları sevsin. Ama kızı, evliliğin adını bile anmıyordu. “Benim belli hedeflerim var. Onlara ulaşmadan olmaz,” diyordu. İçini çekti, hüzünlendi. İki oğlu vardı. Oğulları lisede okuyorlardı. En büyük arzusu onları üniversitede görebilmekti. Her fedak
ârlığı onlar için yapıyorlardı. Onlarsa ne kadar vurdumduymaz, ne kadar yaşamdan habersiz görünüyorlardı. Ya da huzurlu ve güvenli bir aile ortamında, geçip giden zamanı fark etmeden, asla geri dönülmeyecek olan bu günleri sorumsuzca, gönül rahatlığı içinde, üzüntüsüz, dertsiz yaşıyorlardı.

Önce kızının odasına gitti. Sevgiyle saçlarını okşadı.
- Selin ! Kalk kızım...
Selin soldan sağa döndü. Saçları yastığın üstüne dalgalar halinde yayıldı. Ayşe Hanım tekrar seslendi:
- Selin, uyan bir tanem. İşe geç kalacaksın.
Kalkmasını beklemeden oğullarının odasına geçti. Mışıl mışıl uyuyorlardı. Biri dizlerini karnına çekmiş ve yan dönmüş. Diğeri sırt üstü yatıyor, eli alnında. Sevgiyle gülümsüyor, "dünya yemişi," dediği oğullarına... Kapıdan sesleniyor:
- Mehmet ! Yalçın !
Hiç ses ve kımıltı yok. Yanlarına gidip üstlerini açıyor.
- Uyanın ! Okul vakti geldi. Akşam erken yatarsanız uykunuzu alır ve erken kalkarsınız. Çabuk kalkın bakayım.
Mehmet’ten ses geliyor.
- Ama anne... Uykum var daha. Beş dakika daha ne olur...
Odadan çıkıp mutfağa gidiyor.

Çayı demledi. Alışkın hareketlerle sofrayı hazırlamaya başladı. Beş dakika sonra her şey hazırdı. Yatak odasına geçti. Eşi uyanmıştı. Gardroptan giysileri çıkardı. Yatağın üzerine serdi. Biraz sonra eşi odaya girdi.
- Sabah-ı şerifler hayırlı olsun hanım.
- Hayırlı sabahlar bey.
Ahmet Bey’in gözü giysilerine ilişti. Memnuniyetle eşine döndü.
- Sağ olasın hanım. Sen olmasan ne yapardık biz, düşünemiyorum.
Ayşe Hanım mutlulukla gülümsedi.
- Sen de sağol bey. Allah seni başımızdan eksik etmesin.
Mutfağa döndü. Ekmekleri kızarttı. Evi taze çay ve kızarmış ekmek kokusu sarmıştı. Çoluk çocuk birer birer geldiler. Masaya oturdular. Alelacele yapılan bir kahvaltı. Birer birer evden çıkmalar ve arkalarından kapanan kapının sesi... Sofrayı topladı. Günlük işlere daldı. İşleri bittiği zaman saat on bir olmuştu.

Kendine bir kahve yaptı ve balkona çıktı oturdu. Evleri oldukça yüksek bir tepede, bir apartmanın onuncu katında, deniz manzaralı bir daireydi. Her gün işlerini bitirdiği zaman balkona çıkar, kahvesini yudumlardı. Deniz, gökyüzü, toprak, evler, ağaçlar ve insanlar... Karada belli bir devinimle akıp giden arabalar, denizde gemiler... Kudret sahibi büyük Allah’ım, nasılda özene bezene yaratmış her şeyi... Gökyüzü, deniz ve toprak, ona sonsuzluğu hatırlatıyor. Sonsuzluk ve doğa...

Ya zaman? Bazen bir asır kadar uzun, bazen bir an kadar kısa...
Geçip giden , ya da yitip giden zaman. Yerinde durmayan, durdurulamayan ve asla geri alınamayan zaman. Her şey ona zamanın akışını hatırlatıyordu. Rüzgârda savrulan yapraklar, tozlar. Denizde ilerleyen tekneler. Asfalt yollarda giden arabalar. Devamlı bir hareket, bir akış. Bir de bu akışa kendini bırakmış insanoğlu.
Günler ayları, aylar yılları kovalarken tükenen yaşamlar. Bir yalan dünya...
Biz insanlar misafiriz burada, bu güzellikler emaneten verilmiş bizlere...
Gözleri daldı. Bir hoştu bu gün... Neler düşünüyordu böyle. Hüzünlendi.
Kahvesini bitirdi. Mutfağa geçti, fincanını yıkadı. Üstünde bir ağırlık vardı. Ne kadar da yorgunum diye düşündü. Oturma odasına gitti, kanepeye uzandı. Gözleri kapandı. Bir zil sesiyle uyandı. Gözlerini açtı. Güneşin parlak ışıkları odayı doldurmuştu âdeta. Gözleri kamaştı. Yumdu, tekrar açtı gözlerini. Şaşkınlıktan büyüdü gözleri...
- Anne, anneciğim !...
Annesi karşısında duruyordu. Kaç yıldır rüyasında bile görmediği annesi. Ona bakıp gülümsüyor.
- Benim kızım...
- Nasıl girdin içeri? Kapı açık mıydı?
- Ah! Ben de neler saçmalıyorum. Gel, şöyle otur anneciğim. Seni ne kadar özledim bilemezsin.
Annesi karşı kanepeye oturdu. Ona sevgiyle bakıyordu şimdi. Tıpkı kendisinin çocuklarına baktığı gibi. Tıpkı her annenin yavrusuna baktığı gibi...
Annesi konuştu:
- Kızım bu dünya geçici mekânımız. İnsanlar burada misafirler. Senin misafirliğin bitti kızım. Bu bir davettir. Davete icabet etmemek olmaz.

Birdenbire her şeyi anladı. Göğsünde gitgide büyüyen bir ağrı vardı. Ölmüş annesi burada karşısındaydı. “Davete icabetten,” bahsediyordu. O anda, hayatı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden geçti. Kızını, oğullarını düşündü. Onun artık burada olmamasına ne kadar üzüleceklerini düşündü. İyi ve kötü günleri...
İyi günler daha çoktu. Eşini düşündü. O iyi insan, anlardı. Ya yarım kalan işleri...
- Neden bu sabah onları sevdiğimi söylemedim sanki?
- Gelecek için yaptığım projeler... Ne kadar boşmuş.

Başını teslimiyetle önüne eğdi. Kalktı, masanın yanına gitti. Kalemi eline aldı ve bir kâğıda iri harflerle yazdı.
"Biz bu yerlerden gider olduk
Kalanlara selam olsun" .
Kalemini usulca elinden bıraktı.

Annesi onu bekliyordu. Küçük bir kız çocuğu gibi, elinden tuttu. Yavaşça akıp gittiler mekânın içinden. Akış, bütün hızıyla devam ediyordu. Ama artık, o yoktu...


İnci ARSLAN
09.10.2000



...Yorumlayın-Paylaşın...

Duygusal Şiirler III | Yaşam

Aşk, ölüm ve yaşam üzerine yazılmış şiirlerden oluşan derlemelerimin, yaşama ilişkin olan sonuncusunu burada yayımlıyorum.


Yaşamak

Yaşamak ne güzel şey...
Anlayarak bir usta kitap gibi
Bir sevda şarkısı gibi doğup
bir çocuk gibi şaşarak yaşamak...

Yaşamak, birer birer
ve hep beraber
ipek bir kumaş dokur gibi

hep bir ağızdan
sevinçli bir destan okur gibi
yaşamak...

Nâzım Hikmet Ran


Ne İçindeyim Zamanın

Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında;
Yekpare geniş bir anın
Parçalanmış akışında,
Bir garip rüya rengiyle
Uyumuş gibi her şekil,
Rüzgarda uçan tüy bile
Benim kadar hafif değil.

Başım sükutu öğüten
Uçsuz, bucaksız değirmen;
İçim muradıma ermiş
Abasız, postsuz bir derviş;


Koku bende bir sarmaşık
Olmuş dünya sezmekteyim,
Mavi, masmavi bir ışık
Ortasında yüzmekteyim

Ahmet Hamdi Tanpınar



Sevgilerde

Sevgileri yarınlara bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.

Bitmeyen işler yüzünden
-Siz böyle olsun istemezdiniz-
Bir bakış bile yeterken anlatmaya her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.

Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı

Behçet Necetigil


Seni Yaşamak

Seni her özlediğimde sevgilim,
Gökyüzüne bakıyorum;
Göğün mavisinde gözlerini görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Denizlere bakıyorum.
Ufuğa bakınca mucizeni görüyorum çünkü.
Seni her özlediğimde bir tanem,
Kuşlara bakıyorum.
O kanatlardaki özgürlüğünü görüyorum çünkü.
Ve aşkım, seni her özlediğimde,
Adında isyan ediyorum.
Seni özlemek istemiyorum ben,
Ben seni yaşamak istiyorum,
Seni her özlediğimde sana bakmak istiyorum
Ve seni sende görmek sadece

Behçet Necatigil


Kar Çiçekleri

Kar çiçekleri eridi
Buzlar çözüldü saçaklarda
Özlem çiçekleri açıldı
Çiğ tanelerinin ardından
Gökkuşağının renkleri
Nisan yağmurlarını bekler
Bir bakış, bir gülüşte gizlidir
Gökkuşağının tüm renkleri.

Suna Tanaltay



Havva'nın Kızı

Bacak bacak üstüne koyma
Ortadan ayırma saçlarını
Gülerken deli edersin gülme

Hele kapının önünde durup
Mehtaba karşı
Elini elime verme.

Zor olur ayrılması senden
Bak söylüyorum
Deli kanlıyım
Fena olurum
Günahkâr olurum
Yapma...

Sakın ha
Söylediklerime bakma.

Orhan M. Arıburnu


Hele Bir Başlasın

Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Hele bir kanatlansın ufuklar,
Hele bir içini çeksin orman,
Hele bir kere güneşler yansın,
Kertenkeleler üşümesin,
Hele bir kere toprak kansın,
Mevsim demlensin,
Hele bir ballansın böğürtlen dikenleri!
Gelincikler bedava,
Gökler sahipsiz
Bahçeler zilzurna...

Hele bir başlasın ılık yaz yağmurları, içimdeki çocuk!
Dudaklarında kalın kabuklu bir portakal kokusu,
Tabanlarında, kınalı keklikleri bol dağların rüzgârı karıncalansın...
Hele bir kere dallarda sallansın
İri kalçaları şeftalilerin;
Hele bir duyulsun uzaktan
Yaylı çıngırakları
Yıldızlar seslensin,
Hele bir armut ağacı temmuzu yüklensin,
Hele bir kerrecik daha yalınayak yere değsin içimdeki çocuk...

Bedri Rahmi Eyüpoğlu



Karşı

Gerin, bedenim, gerin;
Doğan güne karşı.
Duyur duyurabilirsen,
Elinin kolunun gücünü,
Ele güne karşı.

Bak! dünya renkler içinde!
Bu güzel dünya içinde
Sevin sevinebilirsen,
İnsanlığın haline karşı.

Durmadan işliyen saatlerde
Dişli dişliye karşı;
Dişlilerin arasında,
Güçsüz güçlüye karşı.
Herkes bir şeye karşı.

Küçük hanım, yatağında, uykuda,
Rüyalarına karşı.
Gerin, bedenim, gerin,
Doğan güne karşı.

Orhan Veli Kanık


Yağmur

Birden serçelerle indi yağmur
Hangisi serçe,
Hangisi yağmur?

Melih Cevdet Anday



Yaşama Sevinci

Bütün güzel kadınlarını bu dünyanın
Sevdim, diyebildiğim zaman
Bütün kentlerini gezdim, denizlerine girdim
Ve artık bir tek taş kalmadı tanımadığım,
bir tek yüz, bir tek yer adı
Söylenecek bütün sözleri dinledim ve söyledim
bütün söyleyeceklerimi
Acının bütün uçurumlarına indim ve çıktım
sevincin bütün dağlarına
Bütün çiçekleri kokladım ve kopardım
bütün meyveleri dallarından
Ismarladığım yağmur, savrulmadığım yel
kalmadı...

Bütün haklı kavgalarında dünyanın
dövüştüm, diyebildiğim zaman
Okudum bütün kitapları, bütün şiirleri yazdım
Ve topladım bütün dillerin en güzel sözlerini,
sıraladım tek bir sözlükte.

Bütün mayınları, bütün dikenli telleri
ayıkladım sınırlardan
Ve bir tek zorba çıkmadı önüme.
Bu dünyada acı çeken tek bir insan yoktur,
diyebildiğim zaman
İşte o zaman ölebilirim.

Toprağımda bir çığlık olur da büyür
yaşama sevincim...

Ahmet Erhan ...Yorumlayın-Paylaşın...

Duygusal Şiirler II | Ölüm

Şairler en güzel şiirlerinden büyük bölümünü yaşam ve ölüm üzerine yazmışlardır. Bu temaları birbirini bütünleyen ya da tamamen birbirine karşıt olarak tanımlayabiliriz. Ancak "yaşam ve ölüm" gözardı edemeyeceğimiz gerçeklerdir. Günlüğümün bu bölümünde, "ölüm"e ilişkin şiirler yer alacak. "Yaşam"a ilişkin derlememiyse bundan sonraki bölüme koymayı düşündüm.

Sevdiğim şiirlerden, bu temalarda örnekler vermek ve sizlerle paylaşmak istiyorum.

Yeni öğretmen olduğum yıl İstanbul Boğazında bir kaza olmuştu. O yıl Arnavutköy Amerikan Koleji mezunu bir genç kız yalının denize bakan odasında uyuyor ve bir gemi o sırada yalıya tam da onun uyuduğu odadan çarpıp içeri giriyor. Kızcağız öldü ve yıl sonu çıkarılan okul almanağına şunları yazmış. "Hayat bir hikâye gibidir. Uzun olmasının ne önemi var. Yeter ki iyi yaşanmış olsun."
Sanki genç yaşta öleceğini hissetmiş gibi bunu yazmış diye düşünmüştüm. Bu yazı beni çok etkiledi ömrüm boyunca.

Sizlere de iyi yaşanmış hayatlar diliyorum. "Dünya iki kapılı bir handır. Gelen gider, konan göçer." Dilimize yerleşmiş bir söz. İnsanımız, inanılmaz güzel şeyler bulup söylemişler bu konuda.


Kuş Suda Ölürse

Kuş suda ölürse, matem tutar balıklar
Deniz durulur, yapraklar dökmez, rüzgâr esmez
Kuş suda ölürse, tüy kaplar köpükleri, yakamozları
Bölük pörçük namelerde kısım kısım sessizliktir.
Ve içinden karanlığın içimliği
Ne istekli bir pençe, ne de şefkatli avuçlar kalır
Her şey yalnızlığı çağırır.
Kuş suda ölürse, güneş sonsuzluğa ağarır.

(...)


Üstü Kalsın


Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...

Üstü kalsın...

Cemal Süreya


Sonbahar

Fani ömür biter, bir uzun sonbahar olur.
Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarümar olur.
Mevsim boyunca kendini hissettirir veda;
Artık bu dağdağayla uğuldar deniz ve dağ.

Yazdan kalan ne varsa olurken haşır neşir.
Günler hazinleşir, geceler uhrevileşir;
Teşrinlerin bu hüznü geçer ta iliklere.
Anlar ki yolcu yol görünür selviliklere.

Dünyanın ufku gözlere gittikçe tar olur.
Her gün sürüklenip yaşamak ruha bar olur.
İnsan duyar yerin dile gelmiş sükutunu;
Bir başka musikiye geçiş farz eder bunu.

Teslim olunca vadesi gelmis zevaline,
Benzer cihana gelmeden evvelki haline.

Yaprak nasıl düşerse akıp kaybolan suya
Ruh öyle yollanır uyanılmaz bir uykuya:
Duymaz bu anda taş gibi kalbinde bir sızı;
Fark etmez anne-toprak ölüm maceramızı.

Yahya Kemal

Yahya Kemal, "Sonbahar" adlı bu şiirinde, yalnızlığın hüznü içinde, hayatının sonuna gelmiş bir insanı, sonbaharda yaşam savaşı veren yaprağa benzetiyor.


Sonbahar Ayini

Tişre deniz. Tırıs rüzgâr.
Işıkların içinden geçen sabah
Theresa Berganza'nın sesinden
süzülen gamlı, uzun yola çıkmış
yalnız kuş. Gökyüzünde bulut,
bulutta biçim, biçimde gizlenen
telaş, telaşı besleyen vatos zaman,
zaman: Yaprağa yürüyen su,
damara yürüyen kan, durup bekleyen
tişre deniz: Kalanlar, gidenler,
içimden geçen ışık, karanlık,
içimden geçen vurgun.

Bir gece, bir gece daha kaldı-
yetişsin içimden geçen siyah tren.

Enis Batur



Güzde Unutulmuş

Saat yedi buçuğuydu güzün
Ve ben bekliyordum
Kimi beklediğim önemli değil.
Günler, saatler, dakikalar
Bıktılar benle olmaktan
Çekip gittiler azar azar
Kaldım ortada, tek başıma

Kala kala kumla kaldım
Günlerin kumuyla, suyla
Bir haftanın artıklarıyla kaldım
Vurulmuş ve hüzünlü

Ne var, dediler bana Paris'in yaprakları
Kimi bekliyorsun?
Kaç kez burun kıvırdılar bana
Önce ışık, çekip giden
Sonra kediler, köpekler, jandarmalar

Kalakaldım tek başıma
Yalnız bir at gibi
Otların üstünde ne gece, ne gündüz
Sadece kışın tuzu

Öyle kimsesiz kaldım ki
Öyle bomboş
Yapraklar ağladılar bana
Sonra, tıpkı bir gözyaşı gibi
Düştüler son yapraklar
Ne önceleri, ne de sonra
Hiç böyle yalnız kalmamıştım
Bu kadar
Ve kimi beklerken olmuştu
Hiç mi hiç hatırlamam.

Saçma ama bu böyle
Bir çırpıda oldu bunlar
Apansız bir yalnızlık
Belirip yolda kaybolan
Ve ansızın kendi gölgesi gibi
Sonsuz bayrağına doğru koşan.

Çekip gittim, durmadım
Bu çılgın sokağın kıyısından
Usul usul, basarak ayak uçlarıma
Sanki geceden kaçıyor gibiydim
Ya da karanlık, kükreyen taşlardan

Bu anlattıklarım hiçbir şey değil
Ama başıma geldi bütün bunlar
Birini beklerken, bilmediğim
Bir zamanlar.

Pablo Neruda


Adım Sonbahar

nasıl iş bu
her yanına çiçek yağmış
erik ağacının
ışık içinde yüzüyor
neresinden baksan
gözlerin kamaşır

oysa ben akşam olmuşum
yapraklarım dökülüyor
usul usul
adım sonbahar

Attila İlhan


Sonbahar


Sonbahar-ki acının değişmez dipnotudur-
Sesinin solgun göğünde
Küçük bir yıldızla bir harfi tutuşturur.
Savrulur her yana kavruk kelimelerle,
Yüreğini acıyla buruşturur.
Bakışının pasıyla zırhlanan dünya,
Binlerce pıtrak yapıştırır yüzünün kumaşına
Sonbahar-ki doyumsuz bir aşkın sonudur.

Metin Altıok


Sonbahar Düşünceleri

Sonbahar geldi yağmurla beraber
Boynu bükük duruyor kasımpatı
Ölümü düşündürür oldu geceler
Yaz güneşinde bıraktık hayatı
İnsan böyle de mahsun olurmuş meğer
Ansızın silindi renk saltanatı
Yaz güneşinde bıraktık hayatı

Ufuk yaşli, bahçeler kırık dökük
Geceler uzun, geceler korkulu
Ümitler savrulmada köpük köpük
Zamanı unutuyor insanoğlu
Dünya dediğimiz ne kadar küçük
Toprak endişeli, gökler buğulu
Zamanı unutuyor insanoğlu

Çiğ yağıyor, çiğ yağıyor camlara
Dualarla ağlamakta gökyüzü
Çıldırtıyor insanı bu manzara
Bu mevsim törpülüyor ömrümüzü
Selam gözü yaşli hazin akşamlara
Artık düşünemez olduk gündüzü
Bu mevsim törpülüyor ömrümüzü

Belli değil nasıl yaşadığımız
Boşuna dönüyor yel değirmeni
Düşünceler yorgun, hayaller yalnız
Bu mevsim, bu mevsim ağlatır beni
Mum aleviyle söndü varlığımız
Su hava bambaşka, şu koku yeni
Bu mevsim, bu mevsim ağlatır beni

Nereye güzel kırlangıç nereye
Ölümlerden ölüm beğenmeye mi
Gel, sonsuza açılan pencereye
Birlikte dolaşalım şu alemi
Ve bir daha dönmeyelim geriye
Kırlangıcım, beni de götür e mi
Birlikte dolaşalım şu alemi

Sevinci gül yaprağında bıraktık
Badem dalında kaldı gençliğimiz
Aynaya korkulu gözlerle baktık
Şimdi ömrün lezzetinde değiliz
Yeter ki bitsin şu uzun karanlık
Yeter ki sükunet bulsun şu deniz
Şimdi ömrün lezzetinde değiliz

Bir endişe var kalbin vuruşunda
Yere serildi alev gölgeler
Hayalin erişilmez yokuşunda
Sürüdü zamanı o dev gölgeler
Neden bu yaş dağların duruşunda
Neden böyle perişan düşünceler
Sürüdü zamanı o dev gölgeler

Binbir üzüntüyle ettik sabahı
Haber yolladık ümitsiz güneşe
Alıştık geceye, sevdik siyahı
Veda kalplerimizde yanan ateşe
Leylak dalında unuttuk günahı
Aşkı beraber götürdü menekşe
Veda kalplerimizde yanan ateşe

Bir keman çalınmada dokunaklı
Bir keman çalınmada hazin hazin
Nur yüzlü gelinler siyah duvaklı
Lezzeti kalmadı gençliğimizin
Toprağın altında bir alem saklı
Beklediği var şu hırçın denizin
Lezzeti kalmadı gençliğimizin

Kervansaray uzaklarda, yol uzun
Bütün kuvvetiyle esiyor rüzgâr
Manası küçüldü artık sonsuzun
Bu mevsim, bu mevsim ilk ve sonbahar
Anladık geldiğini sonumuzun
Birbiri ardından çözüldü yıllar
Bu mevsim, bu mevsim ilk ve sonbahar

Ümit Yaşar Oğuzcan


Uyanık, uykuda

Ben bir leyleğim, uykuda uyanık/ güz geldi artık
Göçüyorum yarı uyur, yarı uyanık.

Ali Püsküllüoğlu


Otuz Beş Yaş Şiiri

Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.
Delikanlı çağımızdaki cevher,
Yalvarmak, yakarmak nafile bugün,
Gözünün yaşına bakmadan gider.
Şakaklarıma kar mı yağdı ne var?
Benim mi Allahım bu çizgili yüz?
Ya gözler altındaki mor halkalar?
Neden böyle düşman görünürsünüz,
Yıllar yılı dost bildiğim aynalar?

Zamanla nasıl değişiyor insan!
Hangi resmime baksam ben değilim.
Nerde o günler, o şevk, o heyecan?
Bu güler yüzlü adam ben değilim;
Yalandır kaygısız olduğum yalan.
Hayal meyal şeylerden ilk aşkımız;
Hatırası bile yabancı gelir.
Hayata beraber başladığımız,
Dostlarla da yollar ayrıldı bir bir;
Gittikçe artıyor yalnızlığımız.
Gökyüzünün başka rengi de varmış!
Geç fark ettim taşın sert olduğunu.
Su insanı boğar, ateş yakarmış!

Her doğan günün bir dert olduğunu,
İnsan bu yaşa gelince anlarmış.
Ayva sarı nar kırmızı sonbahar!
Her yıl biraz daha benimsediğim.
Ne dönüp duruyor havada kuşlar?
Nerden çıktı bu cenaze? Ölen kim?
Bu kaçıncı bahçe gördüm tarumar?
Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kimbilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.

Cahit Sıtkı Tarancı


Merdiven

Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden
Eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak
Ve bir zaman bakacaksın semaya ağlayarak…
Sular sarardı… Yüzün perde perde solmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Eğilmiş arza, kanar, muttasıl kanar güller
Durur alev gibi dallarda kanlı bülbüller
Sular mı yandı? Neden tunca benziyor mermer?
Bu bir lisân-ı hafîdir ki ruha dolmakta
Kızıl havaları seyret ki akşam olmakta…

Ahmet Haşim


Ölüm gözlerimde bugün
Sanki Nilüfer kokuyor.
Sahilinde oturmuşum sanki sarhoşluğun.

Ölüm gözlerimde bugün
Üstünden çok geçilmiş bir yol gibi,
Gurbetlere seferden döner gibi kafileler...

Ölüm gözlerimde bugün
Bir peçe kalkar gibi gökyüzünden,
Kişi o bildiği maksada erermiş gibi.

Ölüm gözlerimde bugün.
İnsanın göreceği gelmiş gibi yuvasını
Senelerce süren bir esaretten sonra...

(Bir Mısır şiiri)

İşte, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Sonbahar"a bakışı:

Yarın bir gül açar bu bahçelerde,
Belki son çığlığı boğulanların.
Ne çıkar; sonu bir neşe ve hüzün
Sükut defne dalı bir yorgunluğa. ...Yorumlayın-Paylaşın...
Related Posts with Thumbnails